Sayfalar

31 Ocak 2011 Pazartesi

Nostaljik bahane..

Söyleseler gülerdim.. Hemde uzunca bir zaman.. Günün birinde 70'li yılları özleyeceğimi.. Ama özledim.. Tüp kuyruğunu, sana yağı kuyruğunu, pirinç kuyruğunu.. Hatta mahallemizdeki üniversiteli abilerin köşe başlarında yaptıkları derin muhabbetlere katılma arzumu özledim.. O zamanlara ait nostalji tadında özlenecek çok şey var ama ben onlardan bahsetmeyeceğim.. Asıl dikkatimi çeken bugünlerdeki sanal, hormonlu dünyadaki ben.. Her şey elimin altında, yada yan mahallede mevcut. İstediğim her şeye her yerden ulaşabiliyorum.. Dünyanın neresinde olursa olsun istediğiniz bir malzemeyi en fazla bir hafta içinde elinize alıyorsunuz.. Bunlar teknolojik gelişmelerin bizlere sunduğu değerler.. Bunlardan vazgeçebilir miyiz.. Hayır.. Vazgeçmeyelim zaten dahada gelişsin her şey.. Uzaya gidelim, galaksiler arası yolculuk, hatta alışveriş yapalım..

Her şeye bu kadar kolay ulaşırken, neden tatminsizlik üst seviyelerde seyreder oldu.. Aldığımız her hangi bir ürün bizi, ona ulaşmış olmanın verdiği hazza ulaştırması gerekirken neden sadece almış oluyoruz?.. Ona hak ettiği değeri veremiyoruz? Neden bayramdan bayrama ayakkabı, elbise almıyoruz ve onları bayram sabahına kadar yastık altında saklamıyoruz? Neden aldığımız elektronik ürünleri ilk kurduğumuzda mutlaka bir problemle karşılaşıyoruz? Sonrada iade etmek yada tamir ettirmek için müşteri temsilcileri ile akrabalık ilişkileri kuruyoruz.. Her şeye o kadar kolay ulaşıyoruz ama çoğu zaman taksit tuzağına düşüp "ayda 10 lira öderiz bir şekilde" diyerek birçok ürün alıyoruz sonra bir bakıyoruz ayda 10 liralar olmuş 350 lira.. Elimizde arasıra kullandığımız bir yığın malzeme..

Eskiden aldığımız bir pantolonu yüzlerce defa yıkar giyerdik, hemde elde... Şimdi üç defa yıkandımı hadi çöpe... Neymiş ucuzlamış her şey.. Yaşasın Çin, yada ucuz Çin işçileri.. kaliteyi özledim.. kaliteli hiçbir şey bulamayacağız yakında korkum ondan.. Kalitesizliğe alıştırdılar bizi... Her alanda kalitesizliğe hemde.. Mahallenin bakkalından açıktan aldığım gofretin tadını arıyorum, yediğim tüm gofretlerde ama bulamıyorum.. Eşek sırtında satılan keçi boynuzu, leblebi tadıda yok.. Domatesin, salatalığın kokusunu hatırlayanımızda kalmadı.. Beklerdik hasretle mayıs gelsede domates salatalık yiyelim.. Şimdi her yerde her zaman var.. Kadınların aşerme muhabbetleri bile kalmadı be.. Canı ne isterse 20 dakikada elinde... Hemde gecenin her saatinde.. Ama olmadı, anlamsızlaştı, duygular, isyanlar kalmadı.. Tatlı kavgaların yerini neler aldı böyle..
 Aslında olan bir şey yok.. Ben on yaşındayken hatırlıyorum büyüklerimin bir muhabbetini.. aynı bugünlerdeki gibi anlatıyorlardı.. Her şey bozuldu diyordu babam.. Hiçbir şeyin tadı kalmadı.. "Nerdeee" diyordu evdeki kim olduğunu hatırlayamadığım misafir.. Sonrada "bu çocuklar şanslımı şanssızmı bilemiyorum" dedi annem...
Bu yıllar 70'li yılların sonuydu.. Şimdi aradan geçmiş bunca yıl muhabbetler gene aynı.. O zaman diyorum ki.. Değişen hiçbir şey yok aslında.. Değişmeyen şeyler var.. Büyüyüp yaşlandıkça, algılardaki bir takım heyecanların ilk yaşandığı anda yada lezzetin ilk tadıldığı günde kalması.. Her şeye alışan beynimiz algıdaki değişikliğe kolay uyum sağlayamıyor.. Tıpkı araba ile giden iki kişiden birinin, arabanın yanından geçen güzel popolu kızı fark edememesi gibi.. Çünkü o biri 65 yaşında diğeri 35.. 65 indeki tabelada yazan sola dönme işaretini fark ediyor 35 indeki güzel popolu kızı.. arabayı kullanan 35 indeki olduğundan sola dönüyor ve çatt.. Sonrada kızıyor amcaya neden söylemedin diye.. 35 indeki 65 olduğunda ona da kızacaklar..

Teknoloji ile yarışmak gibi bir derdim yok.. İçinde olmak lazım olduğunu biliyorum.. Ne zaman anladım bunu... 35 imde... Şimdi 8 yaşındaki çocuktan farklı değilim aslında... Nostalji denen şeyde bu işte.. Bugün anlayamadıklarımızı anlamaya çalışmak yerine eskiden anladıklarımızı özlüyor, onların daha doğru olduğunu savunuyoruz... II'nci Abdülhamit'in dünyayı kasıp kavuran milliyetçilik akımlarını ülkeye sokmamaya çalışması gibi, bizde etrafımızda olanlara kendimizi kapatmayı tercih ediyoruz.. Buna da yaşlanmak diyoruz.. Oysa yaşlanan sadece beden olmalı.. Beyin genç kalırsa yaşlılık sadece buruşmaktan ibaret olacak.. Kuşak çatışması denen bir şeyde kalmayacak... Dedeler torunlarından yardım almak yerine onlara yardım edecekler.. Gençler büyüklerini sıkıcı bulmayacak aksine onlarla vakit geçirmekten keyif alacaklar.. Yeterki büyüdükçe etrafımızda büyüyüp gelişenlere de izin verip, barışık olalım..
 Nereden başladım nerede bitirdim görüyorsunuz.. İşte nostalji denen şeyde bu....
Anlık mutsuzluğun bahanesi.....

29 Ocak 2011 Cumartesi

Burası Türkiye...

Umudum kalmadı, bir şeylerin düzeleceğinden. Umudum kalmadı gelecek günlerin berraklığından..
Bana kızıyorsunuz bazen çok karamsar yazılar yazıyorsun diye.. Ama gerçekten ne zaman kafamı çıkarsam, ne zaman güzel memleketimin bir köşesinde bir şeyler yapmak istesem, hep bir bunalımla yada sinirle sonlandırıyorum.. Gerçi sonrasında da gülüp geçiyorum, yada o bildik cümleyi söylüyorum.. "Burası Türkiye..."

Ama artık kabullenemiyorum.. Evet Burası Türkiye.. Belkide dünyanın en güzel topraklarına sahip bir ülke. Dünyanın sahip olmak için yanıp kavrulduğu, dört mevsimin yaşandığı yegane ülkelerden biri.. Her yanından tarih fışkıran, üzerinde yüzlerce medeniyetin yaşadığı, inanılmaz bir kültür yoğunlaşmasının olduğu tek ülke.. Stratejik konumundan bahsetmeye sanırım gerek yok.. Bilenler bilir, bilmeyenlere bir ara anlatırım...
Kabullenemiyorum, bu güzelliklerin yeteneksiz yöneticilerce insanlara sunulmasını.. Kabullenemiyorum, sadece para kazanma adına her köşe başının iki kelimeyi bir araya getirip cümle kuramayan insanlar tarafından kapılmış olmasını...Kabullenemiyorum, karşılaşılan problemlerin çözümü için şikayetçi olduğumuz insanların pişkinliğini.. Kabullenemiyorum, kendi memleketimde beni soymak için kurulan federasyonları.. Kabullenemiyorum, her türlü organizasyonun sonunda mutsuz olmayı.. Kabullenemiyorum, turistik tesislerin patronlarının gözünün, gelen müşterilerin cebinde olmasını.. Kabullenemiyorum, beyinsiz patronların, iş bilen, işin mektebinde okumuş insanları sömürmesini.... Kabullenemiyorum kendi memleketimde sömürülmeyi....

Şimdi sormak istiyorum.. Bütün bunları sadece ben yaşamıyorum, sadece ben görmüyorum.. Maalesef, tepki gösterenleri göremiyorum benden başka.. Neden alışıyoruz yada kabulleniyoruz yanlışlıkları?.. Neden "Burası Türkiye" anlayışından vazgeçmek için uğraşmıyoruz?.. Neden bu kadar teslimiyetçiyiz?.. Neden yanlış olan insanları büyük bir ısrarla başımızda görmek istiyoruz?.. Neden işin doğrusunu öğrenmiyoruz?. Neden sorgulamıyoruz?... Neden hesap sormuyoruz?.. Neden bizi kazıklamaya çalışanlara, hiç sorgulamadan "hazırım hadi" diyoruz.. Neden? Neden?  Neden?...

Aslında bunların hepsinin cevabını ben biliyorum da ... Merak ediyorum siz biliyor musunuz.. Yada ne düşünüyorsunuz.....
Yarınların güzel olmasını istiyorsanız sıkıntılarınızı arkadaş ortamlarında dile getirmekten vazgeçin.. Sıkıntı yaratan insanlara hesap sorun.. Sizi ciddiye almasalar da....

22 Ocak 2011 Cumartesi

Tarhten küçük bir satır arası bilgi (Zabit Namzetleri Talimgahı)

Zabit Namzetleri Talimgahı, 1 Temmuz 1920'de bizzat Atatürk tarafından Ankara'da açılmıştır. İşgal altındaki İstanbul'dan kaçan askeri lise ve harp okulu öğrencilerine bu mektepte sıkıştırılmış eğitim verilmiştir. Açılışta Atatürk, öğrencilere; "çoğunuz istiklal harbinde belkide şehit olacaksınız" demiştir.. Bu inançla buradan mezun olan subaylar, Sakarya ve Başkomutanlık savaşlarında çok üstün başarı göstermiş ve bir çoğuda şehit olmuştur.. Ankara'da Abidin paşa konağında açılmış olan bu mektepte, şimdilerde Ankara kulübü faaliyet göstermektedir......

Mektup

Selam dostum,
Bilirmisin, 8 ay oldu sen gideli, ben özledim seni.
Buraları bildiğin gibi demek isterdim ama değil. Bende bilmiyorum nasıl olduğunu, ondan bildiğin gibi olamadı. Diyemedim sana değişenleri ama çok şey değişti... Barıştı bizim sokak köpekleri. Hep beraber koşturuyorlar artık siyah arabaların peşinden.. Onlarda biliyorlar yakalayamayacaklarını ama birlik olmuş koşturuyorlar peşinden.. Kediler her zamanki gibi huysuz.. Son zamanlarda daha da huysuzlaştılar. belediye toplamış tüm çöp kutularını, patlatıyorlarmış... Sabri abi kapattı bakkalını.. Başa çıkamamış veresiyelerden, müşteride kalmamış zaten.... Arka mahallede büyük bir AVM açılmış, onun önünde pankart açmış açlık grevi yaparken gördüm dün.. Coşkun eşinden ayrıldı.. İşten ayrılmış, kredi borcunu ödeyemeyecek duruma düşünce, karısı almış çocuğu anasının evine.. O da anasının yanına gidecekmiş.
Buralar böyle şimdilik.. Beni hiç sorma.. sevmeye başladım yeniden.. Kız maymun etti beni. her gün kapısındayım neredeyse.. Düşünsene dostum ben kapılarda eskiyorum.. Hani konuşurduk hep.. Ben derdim sana .. Ben sevemem derdim.. Ama sevdim be.. Yalnız küçük bir sorun var sanırım kız benim farkımda değil.. Bu mektubu sana bunun için yazdım.. Telefonda söyleyemezdim.. Utandım sanki...
Bu aralar denizde balık vermez oldu.. Keyif kalmadı kimsede.. Çıkan boş dönüyor.. Sen gittin gideli işsizlik sardı her yanımızı.. Her kes bir mutsuz, umutsuz sorma..
İyi şeylerde var ama.. Her tarafta kampanyalar gırla..  Ucuzlamış ortalık.. Kiloyla defter kitap satıyorlar.. Geçenlerde aldım bayaa kilo.. yarın kargoya vericem.. Senin işini görürlermi bilmem ama.. Ancak bunlardan buldum.. Sormuştun uzun bir zaman önce.. Eski kitapları topla diye.. Kimseden kitap çıkmadı.. Marketlerde sepete atılanlardan aldım biraz.. Ama dostum sen ne yapacaksın bunları.. internet diye birşey var aç herşey var oralarda..
Bu kadar dert anlattım seni unuttum.. Gerçekten sen nasılsın oralarda.. Kaç tane öğrencin var. Sana dedik o kadar... köylerde okulmu kaldı diye.. Seni hiç anlayamadım ki zaten.. Sen mi kurtaracaksın oraları.. Umarım hala köy basıp öğretmenleri öldürmüyorlardır..
Dostum iyi bak kendine buraları düşünme.. Anlattım işte, hepsi bu.. Bir sekiz ay daha gider bu havayla..
Birde bayrak istemişsin benden.. Bunu anlayamadım, oralarda Türk bayrağı yokmu ki.??... Ama olsun aldım bir düzine..
Şimdilik bu kadar... Sana yazarım gene..

20 Ocak 2011 Perşembe

Reklam kokusu...

Kadını kadın yapan kokusudur.. parfümünün kokusu değil ama kendi ten kokusu.. Aslında baştan çıkarıcı taraf da burada gizlidir.. Her şeyin orijinine ulaşırsan aldanmazsın.. Ama her şey karşısındakini aldatmaya kurgulanmıştır.. Ya boyanarak, ya koku sürünerek, ya şeklini değiştirerek.. Pazarlama prensibi de, reklam da hep kandırmaca üzerinedir.. İşin tuhafı bizde bile bile kanarız.. Çocukların çok sevdiği, gerçekten de lezzetli olan her şey, çok sağlıksızdır.. Her tarafta her programda bağırırlar. "Sakın yemeyin" diye.. Ama bakarsınız tüm marketlerin en göz alıcı yerinde boy boy dururlar.. Gel de alma, gel de yeme.. Her şeyi yasaklayanlar bunları yasaklayamaz.. Neden ki...

Sokağa çıkarsınız.. hoş kokulu kadınlar.. renkli renkli mağazalar.. Albenisi bol olan sağlıksız yiyecekler.. Hepsinin gözü sanki cebinizdeki üç kuruştadır.. Bunlar yetmezmiş gibi birde yol ortasında "Efendim bir anket dolduruyorsunuz.. Sizi tatil köylerine tatile gönderiyoruz" diyen üçkağıtçı fırsatçılar.. Hepsi yalan, hepsi aldatmaca.. ama lazım.. Köşede bakarsınız adam, 1 liraya tavuk döner veriyordur yanında da ayran.. aklınız almaz nasıl diye ama bakarsınız ki kapı kuyruk..

Televizyondaki reklamlar hep bana yıllar öncesinin Kemal Sunal filmlerinden birini hatırlatır.. Çok ünlü olmuştu filmde ve ona reklamlarda kalitesiz ürünlerin ne kadar kaliteli olduğunu anlattırıyorlardı.. Sonrada bozulan her ürün için malı alan herkes Kemal Sunal'a saldırıyordu.. Şimdi düşünüyorumda adamın biri çıkıyor gelin 10 bin liraya ev vereyim diyor.. Sanki gerçekten verecekmiş gibi.. O evlerin değerinin 500 bin olduğunu biliyorsunuz ama o adamın reklamlarını izliyorsunuz ve tanıyorsunuz.. Bir müddet sonrada sempatik görünmeye başlıyor.. hatta biraz birikmişiniz olsa o sempatiye güvenip gidip ev almaya kalkışacaksınız.. Sonrada gittiğiniz yerde reklamda oynayan gülen adam yerine size boş boş bakıp bu salak ne gelmiş buraya diyen adamlarla karşılaşacaksınız.. yada tüm banka reklamlarında hep güleryüzlü karşılarlar her müşteriyi.. Siz gene gaza geliyorsunuz bankadaki çalışandan güleryüz bekliyorsunuz.. Bırakın güleryüzü yüzünüze bakanını bulamıyorsunuz...

Televizyonlarda saç saça baş başa iki manken izlettiriyorlar size. Sonra o mankenlerden birini bir dizide başrolde görüyorsunuz.. Mesleği mankenlik ama 25 yaşında emekli oluveriyor, televizyonun gücü sayesinde.. birkaç bölüm sonrada tartışma programlarında oyuncuları eleştirirken seyrediyorsunuz aynı kadıncağızı..
Eğleniyoruz, zaman geçiriyoruz derken suratımıza bir keriz demedikleri kalmıyor ama bakıyorsunuz genede en çok magazin haberleri izleniyor.. Hiç unutmam bir zamanlar Sabancı'ya sormuşlardı ne izliyorsunuz diye O da "akşamları açıyorum televoleyi, acayip rahatlıyorum" demişti.. acaba onada özellikle mi söyletmişlerdi.. sanmıyorum ama.. Yıllar önce söylemiş adam ben unutmamışım... Tuhaf işte..

Bütün bunlardan sonra dönüp bakıyorsunuz kendinize.. Arkadaşlarınızla bir araya geldiğinizde hep bu tip programları eleştiriyorsunuz.. Ama çocuğunuza mutlaka cips alıyorsunuz.. Haberlerde magazinle ilgili program oldumu zaplamaktan vazgeçip bir duruyorsunuz.. Evlilik programlarında halkın nabzını tutuyorsunuz.. Ki bende çok seviyorum bu arada.. Doktorum programını izleyip ertesi gün tam teşhis koyarak doktora koşuyorsunuz.. Sigara sansürü adına ağızdaki sigarayı çiçeğe çevirdiklerini görünce sigara içmeyeceksenizde yakıyorsunuz o an bir tane.. Çünkü sigara satışı toplumların hayatını kurtarır.. vergi toplayamayan ülkeler nereden para toplar.... İşte bu tip ürünlerden.....

Neyse bitecek gibi değil.. Yazdıkça kendimi daha bir salak hissetmeye başladım bari size öyleymişsiniz gibi hissettirmeyeyim.. Hadi bakalım devam, bir süt almak için girdiğiniz marketten 300 lira ödeyerek çıkmaya...

19 Ocak 2011 Çarşamba

Kim ister büyük adam olmak..

Büyük adamlar yalnız olurlar..
Büyük adamların dostları sahtedir yada hiç dostları yoktur..
Büyük adamlar her zaman büyük düşünmek zorundadırlar..
Büyük adamlar yalnız.. ölürler..

Bir lider olmak, ülke yönetmek, peşinden milyonları sürüklemek..
Ama hep yalnız olmak. Hiç içten kahkaha atamamak..
Canının istediğini yapamamak.. İstediği yere gidememek..
Mutlu olması gerektiği zaman mutlu olmak..
Olan her olayı anında algılayıp tepkisini göstermek..
Yanlış olsa bile hiç kimsenin yanlış olduğunu söylemeyeceğini bilmek..
Etrafında sadece onaylamak için insanların bulunması..
Aksini düşünenlerin, saygısızlık yaptığı için derhal görevine son verilmesi..
"Astığı astık kestiği kestik" yaşamak..

Kim ister böyle bir hayat..
Kim ister duyguların hep sahte olduğu ortamlarda yalakalık yapanlarla hayat geçirmek..
Kim ister etrafındaki herkesin bir beklenti ile yaklaştığını bildiği halde bilmiyormuş gibi yapmak..
Kim ister gerçek dünya dururken, sahte dünyalarda sahte gülücükler saçan insanların hayatında olmak..
Kim ister büyük adam olmak...

Adam olmadan önce, büyük olmak ister küçük beyinliler....
Sonrada büyük olduğunu sanıp, aldanıp gider sahte dünyanın ona sunduklarına..
Görmez etrafındaki doğrulukları da güzellikleri de..
Hep küçük beyinliler büyük adam olmaya başlar..
Biter büyük ülkede büyük düşünenlerin geleceği..
Söner tek tek yüreklerindeki cengaverlik ışığı..
Sonra kendilerini büyük sananlar söndürürler, büyük adamlardan aldıkları meşaleyi..
Başlangıçta gizlidir büyük adam olma gerçeği.. ama hep sonrakiler sanırlar büyük olduklarını...

Gömülürüz hep beraber karanlığa..
Sonra bekleriz büyük adamları, uzanıp çıkarsın bizi, karanlıktan aydınlığa..
Gün olur o el uzanır..
Gideriz peşinden, sonra bırakır gider ..
Ardından gelenler büyük olduklarını sanıp, yeniden yapmak isterler..her şeyi..
Sonra düzen bozulur, gene beyinler küçülür, gelirler büyük olduğunu sananlar..
Tarihte böylece tekrar tekrar yaşanır gider....
Kimse anlamaz büyük kim, lider kim, adam kim......

18 Ocak 2011 Salı

Bunları biliyormuydunuz??

* Türkiye'de %95 olan kara yolu taşımacılığının Amerika Birleşik Devletleri'nde %43 olduğunu ve kara yolu taşımacılığının tercih edilmesinin Amerika Marshall yardımlarının şartı olduğunu..
* Atatürk zamanında 4075 km demir yolu yapıldığını, Atatürk'ten sonraki yıllardan bugüne kadar 1550 km demir yolu yapıldığını..
* Otoyolların genelde verimli ovaların içinden geçirildiğini, bu otoyolların geçtiği yerlerde, 10 kilometre sol ve 10 km sağ tarafında kalan bölgedeki alanların kirlilik nedeni ile tarım bölgesi olma vasfını kaybettiğini..
* 1 km kara yoluna yapılacak harcama ile 5 km demir yolu yapılabileceğini..
* Gelişmiş ülkelerin, otoyollarını yıllardır çok daha dayanıklı. ve ekonomik olan beton malzemeden yaptıklarını, bizim hala asfaltlama için her ay milyonlarca lira harcadığımızı.. asfaltların üç ayda bir yenilendiğini...
* Mevcut Ankara-İstanbul demir yolu hattının Abdülhamit zamanında yabancı şirketler tarafından yapılmış olduğunu ve yapılan anlaşma gereği yolun geçtiği yerlerdeki maden imtiyazından faydalanmak adına yolun bilinçli uzatıldığını Atatürk'ün 1936 yılında bu yolun düzeltilmesini istediğini...
* Tokyo'da yüksek hızlı trenlerin 1964'te çalışmaya başladığını ve bu trenlerin bu güne kadar hiç kaza yapmadığını...
* Türkiye'deki otobüs ve kamyon sayısının Avrupa'daki toplam sayıdan daha fazla olduğunu..
* Yapılan bir araştırmaya göre kara yolu taşımacılığının, deniz yoluna göre %166 daha pahalı olduğunu..
* Ülkemizde deniz yolu yük taşımacılığı payının %0.4 olduğunu..

Şikayetlerimiz hiç bitmez.. Otobana her çıktığımda sadece söver dururum.. "Buraya otoban diyeninde..burayı otoban yapanında.."  Sonrada devam ederim, önüme bir çukur daha çıkarmı endişesi ile.. Otoban yapıyorsunuz, karşılığında ücret alıyorsunuz.. tamam alın.. Ama bu otobanın orta yerindeki çukurdan kaçamayanlara ne yapıyorsunuz.. Adamcağız rahat huzurlu otobanda basmış gidiyor.. Yolda çukur olabileceğini tahmin edemez bile.. Bıraktım çukurları, özellikle İstanbul'da FSM köprüsü yüzlerce kamyon yığını ile doludur günün her saati.. Otobandakilerden bahsetmiyorum bile.. Neden? Çünkü bizim taşımacılığımız sadece kara yolundan yada çoğunlukla kara yolundan.. Herkes biliyor herkes söylüyor ama birileri bakıyor sadece.. Biz bir yarımadayız.. Deniz taşımacılığında Yunanistan kadar bile olamıyoruz.. Demir yolu durumu malum.. Birkaç yıldır kandırılıyoruz hızlı tren diye.. Biliyormusunuz ilk hızlı tren ihalesinin 1976 yılında yapıldığını...

Bir şeyleri bilmek için birilerini dinlemeli, bir şeylere bakmalı, bir şeyleri araştırmalıyız.. Sadece güzel konuşanları dinleyip, güzel giyinenlere bakar, bize dayatılanları okursak.. Bizi susturup, donumuza kadar soyarlar...

17 Ocak 2011 Pazartesi

Arenadan yükselen çığlık...

Saat sabahın körü .. Bilmiyorum kaç.. telefon çalıyor zır zır.. "Hadi maça gidiyoruz hala uyuyor musun??" diyor telefonun ucundaki ses.. "Yapma abi bu saatte ne maçı" diyorum gözlerimi ovuşturarak.. "şampiyonluk maçı bu , erkenden havaya girmek lazım.. Ali Sami Yen'in etrafında olacağız maç saatine kadar".. O anki atmosferi hissediyorum, yataktan fırlayıp doğru banyoya, beş dakika sonra yoldayız..
Mecidiyeköy yıkılıyor adeta, Galatasaray şampiyon olacak bu son maç... Üstelik üst üste dördüncü şampiyonluğumuz olacak.. Maç saatine daha 6 saat var, bunca saat ne yapılır burada diye düşünecek fırsat bile yok.. kaybolmuşuz kalabalığın içinde.. Bağrış, çağrış yaşıyoruz şampiyonluğu daha maç oynanmadan hemde...

Maç saati geldi, içerideyiz, mabette, Ali Sami Yen'de.. Şampiyonluk garanti, coşuyoruz delice.. stadın her köşesi hınca hınç.. Her taraf bayraklar flamalar meşaleler... Ne ararsan var.. sonra bir anons yapıldı.. Biri geldi ama ben anlayamadım.. Bir devlet büyüğü idi sanırım.. Başbakanmış dediler.. Ama kimse emin değil, gürültüden anons bile anlaşılamadı.. Aman her kimse işte dedim.. Ama bu arada sahadan müthiş ıslık sesleri ve yuhalamalar yıkacak gibiydi stadın duvarını... Bir yandan ıslık, bir yandan küfür gırla gidiyor.. Nedenini anlayamadım ama bende uydum kalabalığa.. stat kültürü işte.... Maç başladı, maç boyunca da coşku bitmedi.. Ama maç 1-1 berabere bitti... Olsun biz şampiyon olduk ya.. Ertesi gün tüm gazeteler Galatasarayımın şampiyonluğunu yazıyordu... Sadece şampiyonluğunu.. Stada gelen adam başbakanmış, onuda yazıyordu... Galatasarayı tebrik etmiş sadece.....
Yıllar sonra yine bir sabah... Telefonun sesi ile irkilerek uyandım.."Hadi stadın açılışına gidiyoruz, hala uyuyor musun??" diyor benim fanatik kardeşim yine... Kalkıyorum hemen, buluşup gidiyoruz stada.. Stat müthiş olmuş. Girip yerimizi alıyoruz.. kalabalık susmuyor coşku sınırsız.. Bütün bu seslerin arasından bir anons yapılıyor.. Anlayamıyorum gene kim gelmiş.. Başbakan geldi diyenler oluyor arada ama emin değiller.. Yine ıslıklar arada yuhalamalar.. Kaptırıyorum kendimi stattaki sese.. Uyuyorum taraftarlarıma.. Stat kuralı böyle... Maç başlıyor, biz maç izlemekten çok, coşmaya yeni stadımızın heyecanını paylaşmaya gelmişiz tüm taraftarlarımızla.. Maç bitiyor evlere dağılıyoruz..
Ertesi gün tüm televizyon ve gazeteler, şerefsiz olduğumuzdan bahsediyor.. Başkanımız "bu taraftarlar bizden değil, hepsini tespit edip bir daha stada almayacağız" diyor.. Televizyonlarda konuşma üstüne konuşma yapılıyor. Stada gelen başbakanmış.. Başbakanı yuhalamışız meğer... Atıyorum gazeteyi buruşturup bir tarafa, televizyonu kapatıp çıkıyorum evden.. Duymak istemiyorum bu lafları.. "Ne hakla, ne hakla" diye bağırarak fanatik dostumun yanına gidiyorum.. Bana asık suratı ile bakıp.. Biz Ali Sami Yen'deki taraftarız.. Oradan kimler geldi kimler geçti ama hiç biri bu kadar yerden yere vurup satmadı bizi.. dedi ve devam etti.. Benden buraya kadar.... Galatasaray bitmiştir benim için...

Statlar halkın bütünleştiği, tüm içtenliği ile duygularını açığa vurduğu en önemli mekanlardır.. Buradaki sese kulak vermek gerek.. Halkın sesidir o.. Rahatsızlığının dışa vurumudur.. Bir şeylerin yanlış olduğunu hissettiği ve kendince en rahat olduğuna inandığı yerlerdir oralar. Oralardan yükselen sesi değerlendirip düşünmek gerek, nefretle saldırmak yerine... Osmanlı'nın ilk zamanları padişahlar halkın arasına girdiklerinde halktan "Padişahım çok mağrur olma, senden büyük Allah var" sesleri yükseldiğinde.. Padişah, duyar ama tepki vermez, sonrasında düşünürdü, halkım neden mutsuz diye.. 1800'lü yıllara geldiğimizde ise.. Padişahlar eleştirinin düşünülmesine bile tahammül edememiş, hafiften eleştiren şair ve yazarlar sürgüne gönderilmişti.. Sonrası malum.. İmparatorluğun sonu bağıra bağıra geldi..  Tarihten ders almaya niyetli değilsiniz belli.. Bari halktan yükselen çığlığa bu kadar nefretle tepki göstermeyin...
Unutmayalım.... Eleştiri ve tenkitler akıllı olanları güçlendirir, aptalları öfkelendirir...

16 Ocak 2011 Pazar

Muhteşem tarih...

Harem, sözlük anlamı, korunan, mukaddes yer.. Kadınların kan bağı olmayan erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük işlerini yaptıkları yer.. Bu bölümlere kadınlarla belirli bir kan bağı ile bağlı olmayan erkekler giremez. Yani namahremdir.. Bu kelimede haremden türemiştir.. Harem Osmanlı devlet teşkilatında aynı zamanda kadınların yetiştirilmesi için bir eğitim müessesesidir. Kadınlar eğitime acemilikten başlar eğitim alarak, sırasıyla cariye, kalfa ve ustalığa kadar terfi ederler.. Terfi etmelerinde en önemli etkin rolü olan kişi padişahın annesidir.. Bu kadınlara Osmanlı'da aynı zamanda karavaş (savaşta tutsak edilen ya da satın alınan ve sahibinin üzerinde tam bir kullanma hakkı olan kadın) denirdi..

Erkeklerin eğitilip yetiştirildiği yer ise enderundur.. Yani Osmanlı'da hem kadınlar hemde erkekler için eğitim müesseseleri kurulmuştur. Asıl amaç padişaha hizmet etmek gibi görünse de. Haremden yetişen kızlar üst rütbeli askerler ve idareciler ile evlendirilirlerdi. Enderunda yetişen erkeklerde imparatorlukta,  yönetimde söz sahibi olan erkekler olurlardı.. Kadın ve erkekler için saray eğitim sisteminin ana hedefi  hanedana sadakatin aşılanmasıydı.. Yani haremdeki kızlar enderunda yetişen erkeklerle evlenirlerdi.. Böylece imparatorluğa sadık aileler hanedan içinde kendiliğinden oluşmuş olurdu.. Padişahlara eşlik yapacak kadınlar haremden seçilirdi ama bu seçim padişah annesi tarafından yapılır, padişah son kararı verirdi.. Enderunların bulunduğu bölgeye de selamlık denirdi..

İşte haremlik selamlık hikayesi buradan doğmuştur. Osmanlı saraylarındaki kadın ve erkeklerin eğitilmesi maksadı ile kurulmuş olan yerler.. Sonraları bu anlayış halka da yayılmış.. Herkes kendi hanesinde kadınları ayrı odalarda muhafaza etmeye başlamış, birden fazla kadın alabilme hakkı ile, evlerde küçük bir harem kurulmuştur.. Bu durum çok büyümesin, halk haddini bilsin diye; kadın alma hakkı dörtle sınırlandırılmıştır.. Eee yani padişahla aşık atmamak lazım.. Ama evlerde eğitim gibi bir amaç güdülmediğinden, eşler sadece çocuk doğurup, evlatlarına ve kocalarına bakıcı olmuşlardır.. Ancak ne hikmetse enderun kültürü herhangi bir haneye uğramamış sadece selamlık bölümü ile kalmıştır. O da erkek erkeğe oturulan yer olmuştur.. Zamanla kadınlar iyice hayattan koparılmış, çok zaruri haller dışında evinden çıkamamıştır.. Eve gelen bir ziyaretçi akraba bile olsa evdeki kadınlar ile asla karşılaştırılmamıştır..

Osmanlı hanedanından alınan bir tek bu olmamıştır elbette.. Özellikle içki kültürüde Osmanlı hanedanından çok hızlı bir şekilde halkta kabul görmüştür.. Tütün yada alkol.. Osmanlı padişahlarının zevk yada ağız tadı olsun diye kullandığı her ürün halka inince ortalık karışmış, kontrol güçleşmiştir. Halk bazı şeylerin sadece padişaha mahsus olması gerektiğini kavrayamadığından, saraydan çıkan her şeye saldırmış ve sonuçta zararlı çıkmıştır.. Bir kere alışkanlık oluştuğundan, yasaklı dönemlerde bu uğurda kellesinden olanlar bile olmuştur.. İçki içiyor diye asılanların sayısı binlerle ifade edilmektedir.. Ama çözüm olabilmiş midir? Hayır.. Gelecekte olabilecek midir?.. Hayır.. Bugünlerde neler olmaktadır???... Tarih genemi tekerrür etme çabasındadır?... Yasaklamalar ve kısıtlamalar aksi tesir ederek çok daha fazla ilgi çekmesine sebep olmuştur.. İran'da olduğu gibi.. Bugün İran'da içki yasaktır, ama evlerde tüketilen alkollü içki miktarı Türkiye geneline neredeyse eş sayılır.. Bir diğer ilginç istatistikte Türkiye'de en çok içki tüketilen illerin başında Konya gelmektedir.. Tabii bu istatistikler nüfusla doğru orantılıdır..

Bugün akşamcının kadehini elinden almak için, yada günde bir paket sigara içen adamın sigaradan vazgeçmesi için birçok çalışma yapılmaktadır.. Gönül isterki hiçkimse ne alkol nede sigara tüketmesin. olmuş ama bir kere.. O tada alıştırmışsın toplumu.. Mecbur etmişsin geçim derdinde olan adamı rakı sofrasında rahatlamaya yada derin bir nefes çekip üflediğinde, tüm dertlerinin uçtuğuna inanmaya.. Sığınacak bir bahane olmuş aslında keyif alınması gereken her şey.. Halkım becerememiş keyif almayı, dertlerinden bir an için kurtulacak bir şey sanmış keyif veren her şeyi.. Mademki ecdadımızdan öğrendik biz bu işleri. Doğrusunu da öğrensek bari.. Keyif için rakı içsek sadece, yada keyiflenince yaksak bir sigara..

Her şeyde olduğu gibi, bir yerlerden aldıklarımızı almışız yarım yamalak, sonrada kendi kurallarında değil bizim yarattığımız kurallarda uygulamışız. Sonrada ortaya hakikatten ucube!! yaklaşımlar çıkarmışız ve çılgınca savunmuşuz... Oysa her şeyin doğrusunu bilip ona göre değerlendirsek yada eleştirsek.. Adamlar bir dizi yaptı "Muhteşem yüzyıl"... bir çok kişi ayaklandı.. Neymiş onların padişahı sevişmezmiş, içki içmezmiş, gülümsemezmiş, sürekli savaşırmış..... Tabii yaa, sen böyle makineleştirdiğin zaman padişahını daha başarılı yada ulvi bir yerde gördüğünü san bakalım.. İşte böyle kölece zihniyetler yüzünden koca Osmanlı İmparatorluğu son yüzyılında kukla olarak yaşayabilmiş ve sonrada yok olup gitmiştir.. Bizde hala kendimizi kandıralım bakalım.. Osmanlı bizim tarihimiz, sahip çıkalım, evet ama körü körüne değil.. Gerekirse eleştirebilmeliyiz, sonuna kadar yargılayabilmeliyiz.. Herkesi ve her şeyi anında yerden yere vuran halkım bu konuda bu kadar tutucu olmamalı... Halk için mücadele eden, canını veren, tüm hayatını bu uğurda hiçe sayan değerlere sahip çıkmayı da biraz öğrenebilsek... İdarecilerin de insan olduğunu unutmasak, tapınmasak.... Her iş yaptığını sandığımız adamı padişah yapmasak. Artık padişahlıkla bir daha yönetilmenin mümkün olmayacağını anlasak..... Birgün olacak hepsi biliyorum
Esas olan halktır ve halkın değerlerini doğru algılayanlar baştacı olacaktır.. Bir şeyleri yasaklamak yada bir takım değerlere sığınarak yok saymaya çalışmak padişahların uğradığı sona doğru koşarcasına gitmektir...

15 Ocak 2011 Cumartesi

Zirveden her şey bambaşka.. ama inişi olmasa...

Az kaldı çok az, son bir nefesle el atıyorum zirveye.. Tutunuyorum küçük bir çıkıntıdan, çekiyorum kendimi.. O ana kadar ne manzara, ne hava, nede yaptığım işin anlamsızlığını düşünmüyorum.. Zirvedeyim tam zirvede.. Ayağa kalkıp öylece bakıyorum etrafımdaki derin boşluğa.. Büyülenmş gibi, hipnozdayım.. İşte bu diyorum işte bu... Zirvede olmanın verdiği anlatılamayan duygu.. Esen rüzgarı tüm hücrelerimde hissedebiliyorum.. Açıyorum kollarımı, içime alıyorum rüzgarın serinliğini.. Aşağıdan çılgın alkış, ıslık sesleri duyuyorum.. Herkes ismimi haykırıyor.. Sonra sesler azalıyor ve grup bir başka tarafa yöneliyor.. ama ben zirve heyecanının yarattığı zevkteyim hala..

Buraya kadar herşey güzel.. Eee şimdi nasıl ineceğim aşağıya.. Tırmandığım zirve çok yüksek bir kayalık.. Tırmanırsın, tırmanamazsın derken işte zirvedeyim.. Herşey güzel de şimdi ne olacak.. Çıkmak kolay, zorlu ama kolay. Çünkü tutunacak, basacak çıkıntılar var. Ama inerken onlara basamam, bassamda tutunamam. Dengede kalmak çok zor.. Bıraktım bütün güzelliği, heyecanı,serinliği.. Aldı bir telaş.. Evet zirvedeyim. Ya bundan sonra burada yaşamalıyım, yada bir şekilde inmeliyim.. Birilerinden yardım isteme fikrini buraya tırmanmayı başaran biri olarak kendime yakıştıramıyorum.. Bu düşüncelerle sanırım iki saate yakın kaldım zirvede.. Çıkarken seyircim çokdu, beni meraklı gözlerle izleyip destekliyorlardı.. Ama onlar için şov bitti ve döndüler kendi dünyalarına. Şimdi inmeliyim buradan, zamanı geldi.. Usulca yanaştım dik yarın başına.. Sonra uzaklaştım, zirveden inmek duygusu hoşuma gitmedi. Biraz daha keyfini çıkarmak istedim.. Ama yok olmadı, artık keyif alamıyordum çünkü

Üç saat sonra ilk hamlemi yaptım.. Aşağı doğru uzandım, zirveden tutunarak sarktım.. Yavaş yavaş kayaya yapışmış vaziyette sürtünerek inmeye başladım.. Tek bir şeyi düşünmüyordum, düşmek... Sadece bir hamle sonrasını görebiliyordu beyin gözüm, diğer tüm düşüncelere kapalı idi.. Birden sıkı sıkı tutunduğum kaya parçasını avucumda buldum.. İki saniye baktım kopan parçaya, çaresiz böcek gibi.. Nasıl olduysa bastığım yerlerin sağlamlığından dengem bozulmadı.. Ama hep böyle şanslı olamadım.. Bu sefer ayağımın altında bir çatırtı hissettim ve aniden kaymaya başladım.. Hani hep olur filmlerde, kayadan fırlamış bir dal parçası.. Küfrettim neden hep filmlerde olur diye.. Hışımla tutunacak yer arıyorum.. Ellerim pençe gibi kayaya yapışmış ama kayıyorum.. Epeyce kaydım, bir çıkıntıya takılıp hızımı yavaşlattım ve can havli ile tutundum.. Aşağı bakıyorum kimsenin umurunda değilim.. Zirveye çıkmışım ya, nasılsa iner diyorlar.. Oysa ben can çekişiyorum buralarda.. Öyle böyle derken, yolu yarıladım.. Biraz soluklandım.. Oldu bu iş haydi, sık dişini diyerek kendimi motive edip inandırdım.. Bir iki defa daha kayarak inmeyi başardım.. Zemindeyim.. Birden ezilmiş hissettim kendimi nedense, indiğim zirveye bakınca...

İner inmez zirveye çıkarken beni alkışlayıp motive edenlerin yanına gittim.. "Bir saattir inmek için debeleniyorum. Kafanızı kaldırıp bi bakmadınız bu adam nasıl inecek diye" bağırdım.. Onlarda bana şaşkın şaşkın bakarak.. "Sen zirveye çıkarken, sanki hep orada kalacaksın sandık.. İnişinin nasıl olacağını hiç düşünmedik" dediler.. Manasızca baktım suratlarına.. Ne demek şimdi bu diye düşündüm.. Söyleyecek hiç bir şey bulamadım.. Sanırım çok tipik bir insan tepkisi ile karşılaşmıştım.. Önce seni takdir ederler, dağlara, zirvelere oturturlar.. Sonrada terk ederler.. Sen zirveye çıktığında sana takdirle bakan çoşkuya aldanırsın.. Sonra senden sıkılıp bir başka heyecana yönlendiklerini fark edemezsin.. Hep orada kalamıyacağını bilirsin ve çaresizce tekrar aşağılara inersin.. Çıkış esnasında aldığın keyifleri acıya çevirerek.. Asıl ilginç olan benim onların yardımına esas inerken ihtiyacım olduğunu anlayamamış olmaları...

Her çıkılan zirvede sonsuza kadar kalamıyacaksak... İniş planlamasını çıkarken yapmalıyız....
Zirveler, her insanın küçük bir an için bile olsa, ulaşması gereken sonsuz huzur yerleridir... Ama bu huzuru yaşamayı bilene...

14 Ocak 2011 Cuma

Hedef emeklilik... Ya sonra..(Son)

Hedef emeklilik... Ya sonra..(İlk Bölüm)
Hedef emeklilik... Ya sonra..(2)

Size anlattığım bu hikayede tek bir gerçek var. O da.. Çalışan herkesin tek hayalinin emekli olmak olduğu bir ülkede yaşıyor olduğumuz gerçeği.. Maalesef.. Kime sorsan emekli olup şöyle rahatça evde uzanıp yatmayı yada çiçek böcek işleri ile vakit geçirmeyi hayal eder emekliliğinde. Küçük, küçücük hayallerle bekler, emekli olacağı günü.. Eskiden hatırlarım genç emekliler vardı.. Çok genç hemde, 40 yaşında emekli olurdu insanlar.. Ama emekli oduklarını söylemezlerdi bile.. İş hayatına olduğu gibi devam eder, en fazla iş değiştirirlerdi.. Hele ki memursa kovana kadar bir yerlere gitmezlerdi. Ama birilerinin emekli olması gerektiğinden, çoğunlukla Veysel gibileri emekli ederlerdi... Şimdilerde bakıyorum herkes gün sayıyor.. hele ki üç dört senesi kalmışsa... İşi gücü bırakıyor, artık yeter benden bu kadar diyor sanki her şey bitmiş gibi, sanki o zamana kadar çok verimli çalışmış gibi.. Evet emekli olmak gerek elbette. Ama daha otuzunda bir adam of çekip artık emekli olmak istiyorum diyorsa... Bir yerlerde yanlış var be, hemde çok büyük bir yanlış..

Bugün hangi devlet dairesine giderseniz gidin, hangi memuru görürseniz görün.. Çok bezgin, mutsuz, kızgın bir ifade ile bakarlar yüzünüze.. Sanki yaşadıklarının tüm suçlusu sizmişsiniz gibi çıkışırlar size.. Bir soru soracak olursunuz ne aptallığınız kalır nede ilgisizliğiniz.. Zeka seviyeniz hep onlardan aşağıdadır.. Mutlaka yapılan her yanlış sizin yanlışınızdır.. Çoğu zaman işim hallolsun diye alttan almaya çalışırsınız, ama eğer biraz gururluysanız daha fazla katlanamaz çıkışırsınız, kapatırlar kapıyı suratınızın orta yerine.. Her şey biter o an.. Sizin için var olan müessesede çalışan memurlar sizi kapı dışarı etmiştir bile... Ne işinizi halledersiniz nede boşalan sinirlerinize hakim olabilirsiniz.. Vatandaşa memur olan memurlar, var olma sebebi olan esas oğlanı atmıştır dışarı.. Siz esas oğlan yenilirsiniz.. Eğer gururluysanız.... çeker gidersiniz... Ama çaresizseniz, mecburen boynunuzu büküp tekrar girersiniz odaya mahcup bir ifade ile.. Artık gerisi oradaki çalışanın insafına kalmıştır...

Ülkede çok ciddi bir iş sıkıntısı var ama çalışanların büyük bir çoğunluğuda yaptığı işten mutsuz.. Bir şekilde atmıştır kapağı, iyi kötü idare edip gidiyordur.. Çok üzülerek görüyorum, hangi müessese olursa olsun hiçkimsenin yaptığı iş zerre kadar umurunda değil.. Biraz daha faydalı olayım memleketime, yada işimi adam gibi yapayım diyen doğru düzgün kimseyi göremiyorum.. Sanki karamsar bir tablo çizmiş gibi oldum diyeceğim ama değil be dostlar değil.. Biz adam olmamak için uğraşıyoruz.. Biz gelişmemek için, medeniyete ulaşmamak için uğraşıyoruz.. Biz ne Atatürk'ü ne Osmanlı'yı ne de tarihimizi biliyoruz.. Öğrenmemek içinde çılgın gibi direniyoruz.. Bize birilerinin kulaktan dolma sunduğu bilgileri alıp bunların uğruna gerekirse ölürüz diyoruz.. Bilmediğimiz bir uğurda bir gemiye binip ölüyoruz.. arkasında kalanlar "çok mutluyum evladım şehit oldu" diyor..

Veysel çalışarak yaşadı, küçük mutlulukları oldu.. Karısına ve çocuklarına adadı kendini.. Sessizce öldü.. Çocuklarından biri hayata tutunabildi.. Diğeri Mehmet hala hayata tutunmak için uğraşıyor ki onun devam eden hikayesini daha sonra anlatacağım .. Veysel emekli olduğunda yıklımıştı, oğlu Mehmet emekli dahi olamadı.. Suçlusu ne devletti nede sistem. Tek suçlu sistemi işleten yurdumun mutsuz çalışanlarından biriydi sadece.. Para hırsı işte nerelere götürür insanı, götürürken de, suçlu suçsuz katar önüne ne varsa... Ben yurdumun insanından sadece ibadet ederken değil çalışırkende biraz daha imanlı olmasını bekliyorum.. Ben yurdum insanından emekli olsa bile, hayatın içinde kalıp üreten, öğreten, etrafına faydalı bir insan olmasını diliyorum.. Ben işi gücü olan herkesin aslında işini sevmese de bunu kendisine saklamasını, en azından iş başında seviyormuş gibi yapabilme başarısını göstermesini bekliyorum..

Devlet bir yere kadar gelir arkanızdan.. Önce kendinize güvenecek, sonra iş yapacaksınız.. Bırakın devlet, birazda kendi işlerine baksın.. Nerede ne iş yapıyorsanız önce kendinize, sonra işinize, sonrada size başvuran insanlara saygınız olsun. Zamanı gelince emekli olun çok fazla gecikmeden ama iş gücünüzü kaybetmeden...Emeklilik bir son değil yeni bir başlangıç olsun...

12 Ocak 2011 Çarşamba

Hedef emeklilik... Ya sonra..(2)

Hedef emeklilik... Ya sonra..(İlk Bölüm)

Veysel çalıştığı ortamın sağlık koşullarından etkilenir. Hastalanır.. Ciğerleri hiçde iyi durumda değildir. Yatması gerekiyordur hastanede.. Karısı ile beraber yatarlar Samatya sigorta hastanesine.. Tam 6 ay sürer bu tedavi süresi.. Ara ara taburcu olsada 3 gün sonra tekrar gelir hastaneye.. Kemoterapi tedavisi görüyordur.. Bu gidişler gelişler süresince elde avuçta ne varsa uçup gitmiştir...
Veysel daha fazla dayanamaz,  ölür.  Karısı iki çocuğu ile kalır .. Tek geçim kaynağı Veysel'den kalan emekli maaşıdır ki onunda zaten bir kısmını keserler..
Veysel'in iki oğlu var.. Büyük olan üniversite son sınıfta, küçüğü de lise son.. İkiside babaları ölünce okulu bırakıp  annelerine evin geçimi için yardımcı olmak isterler.. Anne şiddetle karşı çıkar.. Mutlaka okumalarını ister.. Ama karşılaşacakları zorlukları da sıralar... Bakın evlatlarım diye başlar;
-Babanız hayatını hep çalışarak geçirdi.. Evlendiğimizde hiç eşyamız yoktu. Ama sevgiyle dokuduk tüm odaları, tüm evi geçen yıllarda.. Babanız liseye kadar ancak okuyabilmişti. İşte bu yüzden 30 yıl memur olarak çalıştı.. Yükselemedi.. Ama hiç bir zaman şikayetçi de olmadı.. Bize maaşını bıraktı, gitti... Şimdi artık yok.. Ama hayat devam ediyor.. Biraz zor olacak belki ama olacak evlatlarım.. Şu andan itibaren attığımız her adımı öncekinden daha hesaplı atmalıyız.. Aldığımız kıyafetleri gerçekten ihtiyacımız var ise almalı, parçalanana kadar kullanmalıyız.. Ama asla bükülmeden yaşamalıyız.. Arkadaşlarınız elbetteki olacak.. Ama onlarla gideceğiniz yerleri iyi değerlendirmeli, altından kalkamayacağınız hesap çıkabilecek yerlere gitmemelisiniz.  Asla arkadaşlarınızın "gel ben ısmarlayacağım" gibi sözler söylemesine izin vermemeli, kendinizi o pozisyonlara düşürmemelisiniz. Ben sizin okumanızı okulunuzu bitirmenizi istiyorum.. Bu süreçte birbirimizle her şeyimizi eskisinden daha bir içtenlikle paylaşmalı, hiç bir şey saklamamalıyız..
O gece anneleri gece geç saatlere kadar dertleşti evlatları ile.. Sonra çocukları yattı.. Anne kocasının çok sevdiği balkona çıktı.. Seyretti boşluğu, ellerini kaldırdı yıldızlara "Allah'ım mahçup etme beni, güç ver bana" diye yalvardı.. uzun bir süre oturdu bir başına.. Rahatlamış hissetti kendini..
Yıllar acımasızca geçti.. Çok hırpalandılar ama gururlu kaldılar hep.. Büyuk oğlu Mehmet'de babası gibi memur olmuştu ama üniversite mezunuydu.. Çok hırslı, azimli çalışıyordu.. Annesine ve kardeşine kol kanat germiş, kardeşini evlendirmiş kendisi annesi ile beraber yaşıyordu.. Ama bir gün çalıştığı bir kurumda bir yolsuzluk iddiası oldu.. Mehmet'in personellerinden biri çok büyük miktarlarda rüşvet alırken yakalandı.. Onu da Mehmet'i de attılar işten.. Mehmet'in suçu görevi suistimaldi ve bu yüzden artık bir daha devlet işinde çalışamayacaktı.. Suçu yoktu ama personelinden sorumlu olduğu için işten atılmıştı artık.. Annesi çok yaşlı olduğundan Mehmet bu durumdan annesine bahsetmedi. Her sabah normal işe gidiyor gibi çıktı evden, akşama kadar günübirlik işlerde çalıştı.. Birkaç ay bu şekilde çalıştı. Bu arada annesini, ona hayata nasıl tutunulabileceğini öğreten kadını, kaybetti..
Mehmet yıllarca her türlü işi yaptı. Ama hiç sigortalı bir işi olamadı.. Evlenemedi. Kardeşini çok fazla göremedi. Şimdi 59 yaşında.. Hala çalışıyor karın tokluğuna.. Yeşil kart alabilmek için dört ay boyunca valilikte kim varsa görüştü.. Ama alamadı.. Babası gibi bile olamadı.. Emekli olması için doldurman gereken günler var dediler. Ama onun ne gün dolduracak hali kalmıştı, nede çalışacak azmi...
Size bir baba ve oğul hikayesi anlattım.. Oğullar her zaman babalarından daha iyi durumda yaşamalılar. Öyle bilinir en azından. Ama eskidendi bu.. Artık oğullar babalarının hayatına özenir durumdalar maalesef.. Emekli olmak eskiden hüzündü, boşluktu, hayatın anlamsızlaşmasıydı.. Şimdi bir amaç oldu.. Emekli olmak için çalışan o kadar çok insan varki.. Emekli olmak için çalışan ne kadar insan varsa emekli olmakda o kadar zorlaşır oldu.. Sonra emeklilik yaşına geldiğinizde artık hayattan korkan adamlar olduğumuzdan.. Emekli olmak istemez olduk.. Korkuyoruz, ama bu sefer emekli olduktan sonraki hayattan değil.. Olmayan hayattan..

Devam edecek..

11 Ocak 2011 Salı

Hedef emeklilik... Ya sonra..

Veysel, 55 yaşında. 30 yıllık memur.. Bir sabah iş yerinde, müdürü çağırdı ve emeklilik zamanının geldiğini, evraklarını hazırlamasını söyledi.. O güne kadar hep bu günü beklemiş olan Veysel, bu talimatı alınca sevinemedi.. Tuhaf bir buruklukla müdürün odasından çıktı. O gün çalışamadı eve gitti, karısına hiç bir şey söylemeden oturdu balkonda, öylece baktı hiç konuşmadan.. Sonra usul usul konuşmaya başladı kendi kendine....

Öyle bir geçti ki zaman.. Hadi okula başlıyoruz derken, mezun olmuş buldum kendimi.. hadi iş hayatı başlıyor derken.. Emekli olacaksın dediler bu gün.. yıllarca emekli olacağım günü nede heyecan ve hasretle beklemiş, ulaşılamayacak bir gün gibi görmüştüm.. Emekli olan her kişinin arkasından gıpta ile bakmıştım.. Her sıkıldığımda.. Ooof of!!! geçsin şu günlerde emekli olayım demiştim.. Her bunalım anımda istifa etmeyi düşünmüş.. sonra .. Ne kaldı şurada emekliliğime demiş vazgeçmiştim.. Emekli olduğumda yerleşmeyi düşündüğüm yerlerin hayalini kurup heyecanlanmıştım.. İstediğim gibi giyinmek, istediğim gibi tıraş olmak, istediğim saatte kalkmak, istediğim insanlarla çalışmak, sevdiğim yerlerde günlerce kalabilmek.. Sevdiğim insanların yanına istediğim saatte gitmek.. Hep bunları emekliliğime ertelemiş durmuştum.. Bir emekli olayım önce Türkiye de, sonra dünyada nereye gitmek istiyorsam oraya gidecektim...

Şimdi bana haftaya emekli olacaksın dediler.. Çalışamadım emeklilik haberini aldıktan sonra, kalem oynatamadım.. Korktum geleceğimden. Kendimden korktum. Yalnız yapayalnız hissettim kendimi.. Kimseye bir şey söyleyemedim.. Utandım insanlardan.. Heyecanlandım, müsabaka öncesi ilk maçına çıkacak bir sporcu gibi.. Çaresizce baktım çalışma arkadaşlarıma.. Az değil 30 yılımı vermiştim.. Benim başka bir hayatım olmamıştıki.. Ben burada büyümüş, yaşlanmıştım.. Bu bağımlılıktan nasıl kurtulurum şimdi..
Öylece mırıldandı saatlerce.. Karısı bir şeyler olduğunu sezmişti ama böyle anlarında yanına gitmemesi gerektiğini çok iyi biliyordu.. 25 yıllık evliliklerinde ara ara böyle olurdu, kızdığı zaman bir şeylere, çok sevgili kocası Veysel.. O da öyle bir an zannetti bıraktı onu bir başına balkonda.. Ama Veysel'in bu seferki durumu farklıydı.. Boşluğa bakıp mırıldanıyordu sadece.. Dayanamadı gitti yanında oturdu.. O koca adam yıkılmış, kararmış gibiydi... Tuhaf bir şey var dedi kadıncağız.. Tuttu elini kocasının sevgiyle.. O koca çınar, karısına döndü, baktı, baktı ve sarılıp ağlamaya başladı.. Ağlarkende boşalttı ne varsa içindekileri.. Bitti, bitti diye hıçkıra hıçkıra ağlıyordu sadece.... Hiç ağlarken görmemişti kocasını... soramadı korkusundan, anlatır diye baktı gözlerine.. Veysel, mırıldanarak söyledi karısına.. "emekli oluyorum".. Karısı derin bir oh çekti.. "Beni de korkuttun  be adam" dedi.. "Ne güzel, nihayet bitti gerçekten" dedi.. Veysel; "Bilmiyorum, korkuyorum" dedi.. "Hayat korkutuyor beni.." Karısı sarıldı kocasına başladı anlatmaya;

Benim çeyrek asırlık can yoldaşım; Bunca yıl, sen her sabah giderken, akşamın bir an önce gelmesini bekledim.. Çocuklarımız büyürken, senin kafan bulanmasın diye hep ben taşıdım onların yükünü.. Sen akşamları yorgun geldiğinde, sana kendi yorgunluğumu hiç hissettirmedim. Gün oldu paramız olmadı, sen üzülme diye eski kıyafetlerimi sattım, örgü ördüm sattım, sana destek olmaya çalıştım.. Sen çalışırken bende seni gözettim.. Sen üzüldün ben senden çok üzüldüm.. Şimdi aynı ben, hala senin yanındayım.. Daha kuvvetli, daha güçlü seni destekliyorum.. Senin korktuğun hayatın içinde bende varım.. Şimdiye kadar o hayatta yalnızdım, şimdi seninle paylaşacağım.. Şimdiye kadar çocuklarımıza bir gelecek hazırladık, şimdiden sonra kendimize bir gelecek hazırlayacağız.. Kalan ömrümüzde beraber el ele yeniden kuracağız yeni hayatımızı.. Sonra kadın yavaşça kocasına sokuldu, başını omuzuna dayadı beraber baktılar balkondan boşluğa...
Veysel bir hafta sonra emekli oldu.. Başlangıçta her şey güzeldi.. 6 ay sonra Veysel yeni bir işe girmek zorunda kaldı, mahalledeki eski bir tekstil atölyesinde... Aldığı maaş hayallerinin onda birini karşılayamıyordu çünkü...

Devam edecek....

10 Ocak 2011 Pazartesi

Bir avuç merhamet

Merhametsiz dünyanın merhametli emanetçileriyiz.. Şimdilik.. Başlangıçta onlar merhametsiz, biz hoşgörülü, yardımsever.. Biraz zaman geçince biz de merhametsiz onlar da.. Mağdur kim?? Aslında herkes.. Hal böyle olunca; ne merhametsiz kendini bilebildi, nede merhamet dileyen mağduriyetini giderebildi.. Vurduk abalıya gitti... Yada düşene  bir tekmede biz atıverdik.. İşlem tamam. Gün olur düşeriz deseydik, düştüğümüzde kıçımızın açık kalan yerlerini örtmek için debelenmezdik.. Tekmeyi yerken çok acımasın diye.. Çünkü düşene bir tekmede sen vur demiş atalarımız..
Neden emanetçiyiz.. Çünkü bugün merhametsiz diye haykırdığımız insanların yerini alınca, sanki daha bir merhametsiz oluyoruz da ondan.. Merhametli olanlarda zaten kafalarını kaldıramazlar ki, sürekli merhametten doğan marazlarla uğraşırlar.. "Acıma yetime gelir koyar g..tüne" Böyle bir atasözü olan milletten bahsederken de merhamet ne kadar geçerli olur bilmem. Acıyorsun yetime öyle birgün geliyorki, aman diyorsun merhamet.. hayır o yetim artık büyüdüğünden sana ihtiyacı kalmamış, koyuveriyor.... "Besle kargayı oysun gözünü"  . Özene bezene beslediğin, bakıp doyurduğun herşey birgün sana zarar verecek.. Biraz merhamet desende.. Hadi oradan diyip oyacak gözünü... Vaayy bee.. Atalarımız boşuna söylemezki bu lafları. İşte bizlerde emanetçisiyiz.. Bugün merhametli olduğunu sanan herkes, bir gün kendi için fedakarlık yapanların gözünü oyacak, vuracak şaplağı.. Budur yani..
Her şeye rağmen unutmamak gerek.. Affetmek en soylu intikamdır...

9 Ocak 2011 Pazar

Karar anı...

Karar verdim; akşam erken yatıp güne erken başlayacağım.. Karar verdim; hayatımı planlayıp yaşayacağım.. Karar verdim; Alışveriş yaparken ne almam gerekiyorsa onu alacağım .. Karar verdim; Sigarayı bırakacağım.. Karar verdim; Bir yabancı dil daha öğreneceğim.. Karar verdim.....
Hayat böyle gider karar karmaşası içinde..
Sabahları ne giyeceğimize karar veririz.. Hangi okulda okuyacağımıza karar veririz, hangi partiye oy vereceğimize, ne iş yapacağımıza, kiminle evleneceğimize.. Nerede yaşamak istediğimize.. Günü geldiğinde emekli olmaya.. Hep bizi sürükler peşinden verdiğimiz kararlar.. Doğru yada yanlış.. Peki nasıl bilebiliriz verip uyguladığımız karar bizi doğruya mı yanlışa mı götürmüştür.. Geri dönüp diğer seçeneği deneme şansımız varmıdır?.. hayır yoktur.. İşte burada beynimiz devreye girer hemen çalıştırır savunma mekanizmasını .. Her işte bir hayır vardır deriz.. belki böyle olması daha hayırlı oldu der kurtuluruz karmaşadan.. İşte bu psikoloji, bizim karar verme sürecinde verdiğimiz yanlış kararın sanki bir kader olduğuna inandırır bizi.. Oysa her şey kendi elimizdeydi.. Etrafınıza şöyle bir bakın.. yaptığı işten memnun olan, yaptığı evliliği sonuna kadar götürebilmiş, girdiği okuldan mezun olunca ne yapacağını bilen, aldığı herhangi bir üründen sınırsız memnun olan kaç kişi göreceksiniz... Üçü beşi geçmedi dimi.. Evet maalesef hepimiz kısacık zamanlarda aldığımız kararlarımızın kölesi olmuşuzdur.. Sonrada kader işte der sıyrılırız işten..

Atalarımız bu işin üstesinden nasıl gelmişler.. Şöyleki;
İnsan hayatında iki kararın önemli olduğunu değerlendirmişler. Eş ve iş seçimi,.. Eş seçimini hiç kimseye bırakmamışlar kimin kiminle evleneceğine karar vermişler ve evlendirmişler.. En fazla evlenilecek kızı erkek tarafının kadınları hamama götürüp incelemişler bir kusuru varmı diye.. evleneceklerin çoğu ilk gecesine kadar da birbirini görememiş bile.. İş seçimininde kolayı var. Eli iş tutan herkes baba mesleği neyse sarılmış o işe.. Yada olmadı asker olmuş. ne de olsa savaşçı bir milletiz.. Bu doğrumu?.. O zamanlar için evet.. Bulmuşlar sıkıntının çözümünü, karar derdiyle uğraştırmamışlar çocuklarını..

Şimdi böyle bir hayat mümkünmü? elbette ki değil.. Ama şimdilerde ne oluyor.. kararı herkes kendi veriyor.. Ama bakıyorsunuz her şey var, her şey güzel, eskiye göre sıkıntıda az.. ama herkes mutsuz, herkes pişman.. Bizi buralara getiren nedir.. Bunun birkaç sebebi var ama başlıcaları şunlar olabilir;
-Aşırı özgüven
-Önce karar verip sonra kararını çevresine onaylatma ihtiyacı
-Verdiği kararın kendini nerelere götüreceğini bilmediği halde olay gerçekleştikten sonra bildiğini zannetme
-Verdiğimiz karar kötü gittiği halde, bağlanıp kaldığından vazgeçememe hali..

Düşünürseniz binlerce örnek bulabilirsiniz.. Ama size eski bir yahudi hikayesi anlatayım..
Mahallenin birinde bir Yahudi terzi vardır.. Gençler karar vermişler, Yahudi terziyi mahalleden kaçıracaklar.. Bunun içinde her gün dükkanının karşısına gelip "Yahudi Yahudi" diye bağırıp taciz ediyorlarmış. Yahudi terzi bu durumdan oldukça rahatsız olmuş. Ne dese ne yapsa gençleri ikna edememiş. En sonunda bir çare düşünmüş. Bir gün yine gençler bağırırken terzi dışarı çıkıp kendisine, Yahudi dedikleri için teşekkür etmiş ve gençlere 10'ar lira vermiş, bundan sonrada günde 10'ar lira karşılığında her gün bağırmalarını istemiş. Gençler şaşırmış ama aldıkları para hoşlarına gitmiştir. Bir kaç gün boyunca gelip bağırmış ve 10'ar liralarını da almışlar. Daha sonraları yahudi terzi "Bugün çok param yok, size ancak 5 lira verebileceğim" demiş. Gençler bu indirimden pek mutlu olmamışlar ama 5 lira 5 liradır, paralarını almış ve aynı şekilde bağırıp gitmişler. Bir sonraki gün ise Yahudi bu kez daha da parasız olduğunu söyleyerek bağırmaları karşılığında ancak 1 lira verebileceğini söylemiş.. Gençler, "1 liraya gelip bağıracağımızı düşünüyorsan delirmiş olmalısın" demişler...

Kararlarımızı değiştirmemizi sağlayacak etkenlerin ne olduğunu yada bizi nasıl tuzağa düşürebileceğini kestirmek kolay değildir.
Özgüven her insanda olması gereken bir özelliktir ve eksikliği, pek çok yaşamsal kararlarımızı almamızda yada adım atmamızda engel olabilir. Ama aşırı özgüven ile özgüven birbirinden ayrılmalıdır.
Aldığımız bir karar yanlışta olsa etrafımızdakiler "Çok iyi düşünmüşsün süpersin" dediler mi, çoktan balıklama atlamışızdır.. Maalesef ki çoğumuzun en çok kullandığı yada ısrarla söylediği laf da "ben biliyordum böyle olacağını" değilmidir.. Son olarak da artık olmuyor bu iş buraya kadar dersiniz, ama iş işten geçmiş, tren çoktan kaçmıştır. Verdiğiniz karar yanlış da olsa bir kere olan olmuş bağlanmışsınızdır.. İşte burada vazgeçip yeniden başlamak belkide dünyanın en zor işidir...
Kararlar bizi kaderimize mi götürür?.. Yoksa kader bizi bir yerlerde bekler, karşımıza çıkan kararlar bizi o istikamete götürecek kararlarmıdır?.. Her ne oluyorsa olsun..
Karar vermeden, karar vermeliyiz aslında neye ihtiyacımız olduğuna...

8 Ocak 2011 Cumartesi

Sıkıldım..

Sıkıldımm.. Çok sıkıldım ama iyiyim genede.. Tek sıkılmak olsun derdin.. Daha neleri var.. Sıkılırsın geçer, daralır genişlersin.. Sıkılacak kadar da dertsizsin demek!! Ne kadar güzelmiş.. Sıkılan insanda dert olmazmış.. Tüm derdi kendi yaratırmış.. Derdi olan adam zaten sıkılamazmış.. Ama olsun keyif vermiyor işte hiçbirşey.. Sıkıldım işte hadi gel beni kurtar..
İşte buradan sonrası çözümsüzlük.. Sıkılmak ne demek.?? Ne zaman keşfedilmiştir?.. Her sıkıntı sonrasında birşeyler getirirmi?? Sıkılan insan kendi sıkıntısının üstesinden gelirmi?? Ne saçmalıyorum ben...
Evet saçmaladığımı farkediyorum ve duruyorum.. Düşünüyorum, yaslanıyorum, kafamı kaldırıp tavana bakıyorum.. Gülümsüyorum hafiften.. Yok kafayı yemedim.. Anlamaya başlıyorum.. Yarattığım sıkıntının kökenini.. Anlamaya başlıyorum asıl sorunun ben olmadığımı.. Sonra telefonum çalıyor.. Bir dost.. Konuşuyorum.. Konuşurken gülüyorum.. Mutluyum.. Ama neden? Az önceki ben birden nasıl kayboldum.. Kaybolmadım.. Az önceki ben de sıkılmamıştım.. Öyle hissetmek istemiştim.. Bırakmıştım kendi yanlızlığımla başbaşa kendimi..
Bir bardak portakal suyu.. İyi geliyor. Müzik evet müzik.. Ne olursa ama, kimin söylediği de mühim değil..  tazeleniyorum.. Yalnızım ama sıkılmıyorum.. Kendimle oynadım.. Kendime geldim.. İçimizde kopan herşeyi yarattığımız gibi yok etmesinide biliriz aslında.. Önce canavarlaştırırız duygularımızı, sonra sıçana çevirir bir deliğe tıkarız.. Sonrada kurtulur delikten o sıçan, kemirir bizi usulca..
Kapı çalıyor.. Eski sevgili.. Neden geldiki şimdi.. Öyle bakışıyoruz 3 saniye.. Sonra tutup kolundan alıyorum içeri.. Sıkılmış belli.. İyi geliyoruz birbirimize.. Kahve içiyoruz öylesine konuşarak.... Gece bırakıyorum onu evine.. Dönerken bakıyorum şehir canlı, şehir isterik.. Herzamanki yerden alıyorum gecelik nevalemi.. Bir şişe otuzbeşlik bir paket tütün..
Evde kuruluyorum.. buluyorum bir program.. Hem izliyor hem içiyorum.. Sıkılmıyorum ama.. kendimle başbaşayım..
Sabah erken, çok erken kalkıyorum nedense.. İçimde bir huzur.. Bugün sanki farklı olacakmış gibi.. İşimde bile bir başka heyecanlıyım.. Nedensiz ama var işte bir mutluluk.. Sonra anlıyorum sebebini.. O gün görüyorum onu, tamda arabamdan inerken.. hatırlarmıki beni diyorum.. İçten bir gülücükle merhaba diyorum Şaşırmıyor "aa merhaba nasılsınız!" diyor bana.. Evet ben o günden beri seni beklemiştim sanki.. Duramıyorum yerimde.. sarılıyorum 40 yıllık sevgiliymişiz gibi.. Anlam veremesede anlıyor benim tutkumu..
Bir gece tanışmıştım onunla arkadaşımın evinde.. Çok şey paylaşmıştım sarhoş kafamla.. Ama unutamamış beynim.. Aşka düşürmüş beni.. İşte o gün gitti bütün sıkıntım.. Meğer dedim sıkıntıyı yaratanda benmişim..
Şimdilerde beraberim aşkımla.. Ama gene sıkılıyorum arada.. Anlamıyorum bu hayat neden bu kadar zorlarki beni..
Hiçbirşey yapmadığım için sıkılıyorum. Sıkıldıktan sonrada hiçbirşey yapmak istemiyorum... 
Biliyorum asıl sıkıntının beynimizin içindeki gizli kutulardan ara ara fışkırdığını.. Biliyorum sıkılan insanın tek çaresinin kendisi olduğunu.. Biliyorum artık yalnızlığın sürekli sıkıntı doğurduğunu.. Biliyorum gerçek sevginin yerini hiçbirşeyin dolduramadığını...
Sıkıntılarımız olmasa anlayamazdık etrafımızdaki güzelliklerin değerini... Bunuda çok iyi biliyorum..

Vatansever Uyanış

1906 Osmanlı;
Yıldız sarayı bir kale gibidir. Salonlar ışıl ışıl, duvarlar yaldızlı, bahçeler cennet, rüzgarlar serinletici, kapısında uşaklar sürü sürüdür. Sarayın bir penceresinde Boğaz'dan püfür püfür esen serin rüzgarlara kendini vermiş zorba padişah canlanır..  Bakar öylece, gördüğü memleketi değil, boğazın serinliğidir.. Ama memleket yanıyor. Kan, ateş ve sefalet içindedir. Devlet ve millet hem birbirleriyle, hem kendi içlerinde kıran kırana boğuşmaktadır. Askeri, jandarması, ağası, eşkiyası, eşrafı, zalimi, mazlumu ile bütün ülke boğaz boğaza, nefes nefese... Köhnemiş bir idare, çökmüş bir ordu, çürüyen bir donanma, tamtakır bir devlet hazinesi, batmış, dilenci bir hükümet. Yolsuz, mektepsiz, hastanesiz, fabrikasız, asayişsiz, emniyetsiz bir vatan...

1906 Şam;
Düşünceler bu noktaya gelince evde duramaz. atar sırtına bir şeyler, sokağa fırlar.. Sokaklar kir pas içinde.. Osmanlı buraya sadece sürgünleri gönderip, hiç ilgi göstermemiştir. Ter, kir kokuları içinde kendine yol bulup sıyrılmaya çalışırken, köpekler, kediler ayaklarına dolaşır.. Çocuklar, kadınlar, erkekler diledikleri yerleri diledikleri gibi pisletirler..Her şey sefil , her şey ümit kırıcı.. tüm bu sefilliğin içinde yerde yumak olmuş kirli tenekeleri tekmelerken bulur kendini.. Sert bir tekme atar ve birden durur.. Dikleşir başı, adımları sertleşir, bakışları ışık saçar adeta, sanki yarın, altın bir tahta çıkacakmış ve zafer kazanmış bir ordu önündeymiş gibi koşarcasına ilerler.. Sırtını dayadığı, güç aldığı, kuvvetlendiği bir şey onu heyecanlandırmıştır. Ümitsizliğinden sıyrılır. "Evet" der evet niçin ümitsizlik..
Onun artık koca bir komitesi, bir cemiyeti var.. "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" O'da bu cemiyetin başıdır. Yarın vatanı kurtaracaktır. Hürriyet getirecek ve önünde ne yollar açılacaktır. Gerçi üç kişiydiler.. Tıbbıyeli Mustafa, Yüzbaşı Müfit ve kendisi, yani...Mustafa Kemal... Bu üç kişi Şam'da bir gece önce "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" ni kurmuşlardı... Yetermi ?? Bu üç kişi, üç imanlı ve kararlı insan değil mi? Yeter!
Evet değil üç, hatta inanan ve direnen tek bir adam dünyayı titretebilir. Böyle bir adamın azmi ve kuvveti alemi idare edebilir...
- Ne doğru söz, ne doğru söz. diyerek kendi kendine konuşur ve durmadan yürür...

2010 Türkiye,
Köşkler, saraylar yerli yerinde.. Boğazdan serin rüzgar esmekte hala.. Kapılardaki uşaklar heryerde.. Sürgünler olmasada, tutsaklıklar sınırsız.. 87 yıllık bir ülke ama bitip tükenmek üzere.. Manzara aynı değil.. Çünkü görünecek manzaralar kapılmış.. Mümkünmü!, yurdum insanı boğazı görecek.. Yada cennet ülkesinin nimetlerinden faydalanacak.. Her yer, her köşe tutulmuış.. Satılmış ne varsa ve satılıyorlarda hala... Vatanseverlik hikaye olmuş.. Ayrıntı olmuş.. Gereksiz lakırdı olmuş rakı sofralarında.. Ayırteder olmuşuz kanı kandan canı candan...

2010 Gebze;
Vatan için, memleket için bir şeyler yapmalıyım diyen bir grup genç.. Amaçları uyandırmak, yada çalıştırmak herkesi vatan uğruna.. Hiçkimse ile, hiç bir kurum ile dertleri yok.. Partizan bir yaklaşımları da yok, herhangi bir parti ile bağlantılarıda.. Olmayacakda... Önşartları vatanı sevmek.. hepsi bu.. Mevlana misali kim olursan ol gel, ama vatanını seviyorsan... Vatan sevgisini tekellerine almak da değil dertleri. Vatan sevgisini öğretmek de.. Önce vatan diyen, ben her şeyden üstün tutarım vatanımı diyen herkesin sırt dayayabileceği, kendini huzurlu hissedebileceği bir çağrı belkide..Kapıları sonuna kadar açık vatanını seven herkese.. Hiçbir saplantıları yok.. Din, dil, ırk.. Vatanını gerçekten seven herkesle bütünleşmek ve yürümek. Yüceltmek memleketin değerlerini.. Aslında hepimizin duygularına tercüman olmak dertleri.. Hiçbir karşılık beklemeden.. 
Benimki küçük bir kıyaslama sadece.. Şam'da 1906'da başlayan heyecan 17 yıl sonra Cumhuriyet'i getirdi.. 2010'da Gebze'de başlayan heyecan neden tam bağımsız bir ülke yada kendi kendine yeten bir ülke anlayışını doğurmasın..
Kimmi bunlar?. Vatansever Uyanış Derneği... Bi bakın bakalım....

7 Ocak 2011 Cuma

Doğum Günün Kutlu Olsun....

Sabah kalktı adam, sessizce sıyrıldı yataktan, karısı uyuyordu hala.. Ona bakarak giyindi.. Seyretti biraz uyurken, dokunmak istedi ama uyanmasın diye dokunamadı baktı öylece... Yıllar olmuştu evliydiler.. Ona ikide çocuk vermişti.. Bir gece önceyi hatırladı birden.. İrkildi düşüncelerinden. anlamsız tartışmışlardı.. harcama listesinin kabarıklığından çıkmıştı her şey.. Karısının çok fazla masraf yaptığından dertlenmişti adam, kadında anlatmaya çalışmıştı.. Market alışverişinin bildiği kadarda ucuz olmadığını.. Evin her tülü alışverişini kendinin yaptığını, arzu ediyorsa bundan sonra mutfak alışverişini beraber yapabileceklerini söyledi... Gitti salonda televizyonu açıp oturdu, adamı tek başına bırakıp.. Sonra sessizliğe bürünmüştü ikiside ve sessizce uyumuşlardı aynı yatakta ama aynı dünyada olamadan... Böyle bir akşamın sabahında adam yinede bakmıştı karısına sevgiyle.. Bunun adı sevgimiydi değilmiydi pekde umurunda değildi.. Bildiği tek şey akşam yine buraya dönecek ve her şey olduğunca yaşanacaktı.. Tam kapıdan çıkarken karısı geldi yanına.. ''Akşam biraz erken gelebilirmisin''.dedi adam ''neden'' diye sordu.. ''ya gel işte, çocuklar okuldan gelince ben evde olmayacağım sen karşıla onları'' dedi.. Adam ''hayırdır nerede olacaksın'' diye sordu. Kadın; alt komuşunun yeni doğan çocuğunu görmeye gideceğiz arkadaşlarla dedi.. Adam tamam dedi ve çıkıp gitti...

Akşam okul çıkışı yanaşıyordu kadın sinirli sinirli söylenmeye başladı.. Gelmedi yaa , nasıl ilgisiz bir adam bu, telefona sarıldı ama tuhaf ki telefonu hep açık olan adamın o gün telefonu kapalıydı.. Sinirli bir şekilde telefonu duvara çarptı.. parçalandı..  Üstelik bugün... dedi devamını getiremedi koltuğa oturup hışımla televizyonu açtı..
Kumandayı eline aldığında kumandanın arkasına yapıştırılmış bir kağıt gördü... "Bugün saat tam 16.00 da bir adam seni almaya gelecek lütfen onunla birlikte gel" yazıyordu kağıtta.. ne saçmalıyor bu adam diye düşündü.. Saate baktı 15.55.. Ama çocuklar okuldan gelecek Off yaa ne şimdi bu.. diye söyleniyordu kendi kendine.. kapı çaldı gençten bir çocuk.. "hanımefendi beni kocanız gönderdi benimle gelmeniz gerekiyormuş'' dedi.. Kadın ''söyleyin ona gelemem çocuklar gelecek okuldan her ne halt çeviriyorsa gelsin eve'' dedi.. Ama adam ısrarlıydı.. Çocukları dert etmeyin dedi.. Kadın anlamsızca baktı.. "Nasıl yani hem siz de kimsiniz?".. "Dedim ya, kocanız gönderdi" dedi.. "Yaa anlamıyorum manyakmısınız neler oluyor böyle".. diye bağırmaya başladı kadın.. Bir yandanda montunu giyiyordu.. "Tamam" dedi "hadi gidelim bakalım nedir derdi".. Çıkarken de yan komşusuna çocukları almasını tembihledi..

15 dakika sonra bir restorantın önünde indiler arabadan.. Kadın "eee" neden geldik buraya şimdi?" dedi. adam sessizce yürüdü, kadında peşinden.. Kadın içeri girer girmez kocasının ona yıllar önce söylediği ama artık duymadığı şarkıyı duydu.. Kadın fark etmemişti ama orası, tanıştıklarında baş başa ilk yemek yedikleri yerdi.. Sonra kocası göründü, arkasında çocuklarıyla birlikte.. Kadın utandı süzüldü şaşkınlıkla baktı sadece.. Adam sokuldu ve "Doğum günün kutlu olsun karıcığım" dedi.... Kadın dayanamadı sordu.. tamda sarılmışken, kulağına fısıldayarak.. ''Kumandanın arkasındaki kağıdı göreceğimi nereden biliyordun?'' diye.. Adam gülümsedi.. "Bana sinirlendiğin zaman ilk yaptığın şey televizyonu açmaktır" dedi...
O günden sonrada gene kavgaları oldu.. kadın kocasına gene sinirlendi ama televizyonu açmadı bu sefer...
Özel günlerimizi hatırlatmaktansa, sevdiklerimize saygı duymayı becerebildiğimiz kadar sevgimiz de büyür..

Biliyorum çok klasik ve de bildik bir hikaye.. Ama kadınlar hep ister, erkekler de hep kurtarır ilişkiyi.. Sonra kadınlar küser erkeklerde uğraşır durur, şaşırtıp barışmak için.. Kadınlar hep haklı görür kendini. Erkeklerde ders vermek için türlü oyunlar oynarlar.. Bu ikili hayatın içindeki hikayeler böylece sürüp gider.. Kim hayal gücünde daha başarılı ise o kurtarır ilişkiyi.. Adamlar kadınlar derken.. bazende tersi olur.. Adam küser, kadın ne yapsın... Küser o da sadece.. Bekler adamdan ama fazlada ihtimal vermeden... maalesef bilir işte... son söz benimdir der o yüzden.. Bu didişmeler olmazsa da hayatın ne rengi kalır nede ahengi... Ama severiz birbirimizi.. Özel günler bahanedir aslında söyletemediğimiz sözleri söyletme adına..

6 Ocak 2011 Perşembe

Bir öpücük yeter...

Bir kadın, bir erkek.. Oturuyorlar sessizce.. Kadının doğum günü.. Akşam olmuş adam hiç bir şey yapmamış.. Kadın suratsız adam çaresiz.. Bakıyor öylece kadınına yan gözle.. Kadın beklemiş doğum günü bugün, yapsın bir şeyler diye.. Ama adam için anlamsız bu tip şeyler.. düşünememiş yada düşünmüş yapmacık olsun istememiş.. Sanki doğum gününde 100 kişilik bir parti yapsa onu hediyelere boğsa, haykırsa her yerde doğum günün kutlu olsun diye.. Anlamlımı olacak daha çok. Adam geçiriyor içinden "kendimi verdim, adadım hayatımı sana" diye .. bu neden yetmezki diye düşünüyor.. Unutmadım .. doğduğun güne sevindim.. neden yetmezki diye düşünerek dolanıyor çaresiz.. somurtan kadınının etrafında.. Ne yapsa geçiremiyor kadının yüzündeki hüzün görüntüsünü.. Sonra sokuluyor usulca bir şansım varsa denemeliyim diye.. Ne olacaksa olsun diyor .. Sokuluyor kadına sarılıp öpüyor doğum günün kutlu olsun.. Hep birlikte yaşlanmak dileği  ile diyor.. Gülümsüyor kadın.. Seni seviyorum diyor.. Bitiveriyor akşamın hüznü.. Aslında kadında çok şey istememiştirki.. Ama adam bir şeyler bekler düşüncesi ile ne bir şey yapabilmiş nede kutlayabilmiştir doğum gününü.. Ama atladığı bir şey vardır ki oda; kadın onu tanıyordur ve beklentisi sadece sıcak bir gülümseme ve bir busedir...
Özel günler özel olduğu kadarda özel hissetirilmelidr... Kutlama adına bin takla atmadan.. yetebilmelidir sıcacık bir tebessüm, sevgi dolu bir öpücük...
Ama yetmez nedense..

Başlangıç...

sabahları hoş olurum ben işte böyle
sabahları aşık olur akşama unuturum
sonra ertesi sabah yeniden
aslında sabahları yaşarım ben sadece hayatı..
sabahları atarım mutluluk çığlıklarını
akşamları beklerim sabahın doğmasını
belkide başlangıcını severim her şeyin
devamında sıkılırım monotonluğundan
sabah görmek isterim sevdiğimi
sabahın sessizliğinde, bulurum kendimi
sıyrılırım usulca sarhoşluğumdan
sonra dinlerim doğanın uyanışını
kaybolur giderim gün ortasında
akşamları hüzünlenir 
sabahları neşelenirim....
Ben aslında aşkında sadece başlangıcını severim..
Akşamı olmasın hep sabahında kalsın isterim...


5 Ocak 2011 Çarşamba

Papatya falı..

 Seviyor..sevmiyor..seviyooorr.. papatyanın son yaparağıydı ..seviyorda bitti.. Seviyormuş baaakk.... Ne güzel çiçeğin yaprakları adamın duygularını net olarak anlattı.. Seviyorum ben insanımın içindeki sevgi yoksunluğunu.. Sevip sevmediğinden emin olamama derdini.. Ama naparsın söylemiyorki hıyar. Nerden bilecek kızcağız duygularının sömürülmediğini.. Nereden bilecek kullanılmadığını.  Nerden bilecek sevdiğinin işi bitince çekip gitmeyeceğini.. Ne yapacak o zaman? çiçek, böcek ne varsa sorguluyacak.. Kahve, fasulye,tarot.. Bildiği duyduğu tüm fallarda araştıracak.. Hepsinde seviyor çıkarsa teslim olacak herşeyi ile.. Çünkü seviyormuş...! Ya sevmiyor çıkarsa?.. İşte o zaman durum çok karışık.. Başına ekşiyecek.. Biliyorum sen yalancısın.. Sevmiyorsun beni.. diyecek ikide bir.. Haydi sevgi ispatına... Seviyorum diye yemin edelim birbirimize.. Bu arada biz bunlarla uğraşırken de sıkılalım bir anda herşeyden.. Sonra sen yoluna ben yoluma.. Neden olmadı? yürümüyo.. yahu geri zekalımıyız.. Yürümeyen ne?? Başlamadınızki daha.. İspatlarla uğraştınız.. Zaman öldürdünüz birbirinize güvenmek için.. Hiç güvenmediniz.. Hatta tanıyamadınız bile.. Sevgiye zaman bile ayırmadınız.. Ah eski Türk filmleri hala izlerim, çoğunda da çok eğlenirim.. Bir çoğunu da eski Türkiye'mi görmek için izlerim aslında.. Neyse..
Sorgulamak haktır elbet, ama sevgiyi alakasız materyaller ile sorgulamak ne demektir?.. Çözemiyorum.. anlatacak birileri varsa da saatlerce dinlemeye hazırım..
Bzim kuşak, yani 35 ve üstü olanlar.. Öpüşmeyi Dallas dizisinden öğrendik, aldatmayıda, puştluğuda.. Sonra Kökler vardı.. Ondan; emperyalizmle mücadele uğruna vücudumuzun bir yerlerini de kesseler mücadele etmemiz gerektiğini öğrendik.. Gerçi sadece öğrendik.!! Bonanza; takım ruhunu öğretti.. Küçük ev; aile kavramını, mahalle yardımlaşmasını birazda.. Kara şimşek teknolojinin gücünü, iyi yönde kullanılırsa dünya için ne kadar hayırlı olacağını öğretti silahların.. O zamanlar akşam 19'da açılır gece 24'de İstiklal Marşı ile kapanırdı televizyonlar..  hemen her evde de mutlaka İstiklal Marşı okunurken uyanık olan çocuklar ayağa kalkıp esas duruşta marşı söylerdi.. En azından kardeşim öyleydi.. Şimdi bakıyorum da.........
Şimdilerde binlerce kanal var.. Seçme şansımız çok ama gene tek kanal muamelesi yapıp aynı dizileri izliyor aynı duyguyla bakıyoruz hayata.. Çocuklar gene televizyondan öğreniyor ne öğreniyorsa.. Bunları saymayacağım şimdi. Hepimiz biliyoruz zaten nerelerden ne öğrenemediklerini.... Yinede geçemiyeceğim söylemeden.. Biz dallastan öğrendik öpüşmeyi ama anne yada babalarımızın parmak arasından görebildiğimiz kadarı ile.. Şimdiki çocukların gözlerini neyle ve ne zaman kapatabiliriz acaba.. Biz öpüşmeyi öğrendik 15'inde Onlar 8'inde çiftleşmeyi.... Sonrada falcılar, medyumlar kazanır oldu duygu açmazlarından.. O zamanda vardı elbet ama bu kadar acımasız değildi.. Sevmek de bu kadar zor değil.. Muhallebici yeterliydi günü geçirmek için.. Şimdi kaldı mı o tarz sıcak ve duygu dolu mekanlar...
Sevildiğimizi anlamak için sevdiğimizin gözlerine bakmak yeterlidir.. Ama gerçekten seviyorsak...

Karşıyız herşeye.....

Hak arayanlar, aramayanlar, hakkını savunanlar, savunmayanlar, haklılar, haksızlar.. Hep beraber yaşıyoruz bu yerkürede.. Hak arayanlar aramayanlardan daha mutsuz, hakkını savunanlar savunmayanlardan daha bezgin, haklılar sürünürken haksızlar hep iyi yerlerde.. Dürüstçe çalışanlar nerede, namussuzlar nerede?..

Gene isyanlardayım..kızıyorum, ama dinliyorum herkesi hep haklılar.. Hep kızgınlar.. Neye? Sisteme.. Hangi sisteme?? Onlarda bilmiyorlar ki .. Olan olmayan tüm sisteme kızgınlar.. Karşılar.. Bakıyorsun daha mesleğinin başında, çiçeği burnunda misalıi. ama bezmiş yorulmuş.. Sonra bakıyorsun mesleğinin sonundakine.. Ben unumu eledim, eleğimi asacak yer bakıyorum diyor.. Boşvermiş.. bıktım mücadeleden diyor.. Hoop dönüyorsunuz 30 yıl öncesine eleğini asmaya yer arayan adam aynı modda.. yani karşı sisteme...:) O halde suçlu kim?? Sistem.. hangi sistem? Özel, tüzel çalışılan heryerde var olan yada olduğu sanılan sistem.. Bu sistem neyi yaratıyor? Hak arayışını.. Kim kazanıyor? haksız yada umarsız olanlar.. Kime yada neye umarsızlar.. Yaptıkları işe, çalıştıkları kuruma.. Haklılar nerede burada? Çalışıyorlar, geliştiriyorlar, mücadele ediyorlar.. Mücadele edenlere ne oluyor??? Günün birinde mağdur oluyorlar.. Küsüyorlar.. Onlarda eleğini alıp eline uygun bir çivi aramaya başlıyor.. Ama atı alan ne Üsküdar bırakmış ne Kadıköy.. Tutunacak bir çivi dahi bulamıyorlar.. Haksızların ve de sömürenlerin yanında karın tokluğuna atılıyorlar hayata sil baştan.. Suçlu kim? Sistem.... Kaybeden kim? Ülke.....

Bir arkadaşım yazmış; Kapılarda karşılananlar ... Fatih Sultan Mehmet'ten bir örnek vermiş. hak edenlere ne yapılması gerektiğini anlayalım diye.. Biz ne zaman gerçek çalışanları kapılarda karşılar, sahtekarları arka kapıdan atarsak, o zaman belki anlarız suçlunun sistem olmadığını..

 En kötü sistem sistemsizlikten iyiydir demiş tüm bilirkişiler.. ama öyle hale gelmişizki İlkokul çocuğu bile sistemden dert yanar olmuş.. Bu sistemi işletenler biz değilmiyiz.. Biz değilmiyiz mücadele eden insanlara "yapma" diyen. Biz değilmiyiz yanlışın karşısında dik duranların kafasını ezmeye çalışan.. Biz değilmiyiz hakkını savunan adama "senin dilin çok uzamış, keserler o dili bir gün" diyen.. Biz değilmiyiz mağdura el uzatanlara "bırak karışma bu işlere" deyipte bize ihtiyacı olanları terk eden.. Biz değilmiyiz hep birlikte aldığımız kararları uygulamaya koymaya başlayınca korkup kaçan.. Biz değilmiyiz yalan olduğunu bile bile 3-5 kuruş para kazanma adına aleyhte ifade veren.. Biz değilmiyiz şirketin bize verdiği arabayı parçalarcasına kullanıp, trafiğin içine eden.. Biz değilmiyiz verilen bir görevi başkasına yıkmak için binbir takla atan.. Biz değilmiyiz patronlara şirin görünme adına, arkadaşlarını bir anda satan.. Biz değilmiyiz, haklı olduğumuz halde boynunu büküp af dileyen.. Biz değilmiyiz "konuşma orada burada fazla götürürler seni" deyip meydanı götürenlere bırakan.. Biz değilmiyiz........  İşte bu yüzden her zaman kötüler kazanıyor ya...

Sistemler insanlar işletsin diye vardır açıklarını bulup birbirlerini sömürsünler diye değil.. Sisteme karşı olmadan önce kendimize sormalıyız.. Ben ne kadar sistemliyim diye...

4 Ocak 2011 Salı

Hayat işte...

Genç bir kız.. daha 19 var yok..Aşık olmuş işte..Heyecan içinde sarıldı telefona bugün onunla konuşacak.. Ama o bilmiyor.. kızın aşkından haberi yok..Ona göre arada bir konuştuğu, dertleştiği biri. olsun kızın umurunda değil..Şimdilik buda yeter diyor benim için..Yetiyorda.. telefonda 15 dakika konuşuyor onunla ne konuştuğu önemli değil.. Tuhaf ama aşık olduğu adamın sarhoşluğunu fark etmedi bile konuşurken.. oysa adam ona sevgilisini anlatmıştı uzun uzun, telefonda.. Kız telefon ahizesini göğsüne kapatıp tüm içtenliği ile gülümsedi.. Mutluydu. Ona göre aşk böyle bir şeydi.. sevdiği ile konuşabilmek sadece...karşılık beklemeden.. Böyle sürdü gitti... ne adam kızın duygularını anladı nede kız söyleyebildi, yapılan konuşmaların herhangi birinde.. Ama her konuşmadan sonra kızın aşkı dahada alevlendi.. Görmek istedi, biraz daha yakınlaşmak.. Ama etrafı kalabalıktı sevdiği adamın ..korktu.. fark etmedi zaten adam onu, karşılaştıkları bir yerde.. kalabalıktı etrafı yine..

Aylar geçti artık adam, yeter dedi görüşelim seninle.. her gün onu arayan kız nasıl biri diye merak etti..Tanımıyordu, sadece ipek sesi etkilemişti onu.. Ama olmadı işte bir türlü buluşamadılar kız korktu hep, rüyalarındaki adam onu incitirmi diye.. Ama oldu en sonunda bir gün buluştular.. kader işte... o gün adamın artık oralardan gideceği gündü.. Görüştüler ve adam gitti.... Kız sarsıldı.. Hiç birşey söylememişti yine..sadece 5 dakika ayaküstü konuşmuşlardı o kadar.. Yıllarca düşündü, hiçbir zaman unutmadı ilk aşkını, ilk platonik aşkını..
İzini kaybetmişti artık.. Hayat devam ederken, onu aradı herkes de,  o sesi.. Bulamadı.. ama hayat işte.. Evlendi çocuk yaptı sonra birden ayrıldı eşinden.. sanki içinde hala o aşkı vardı, vazgeçmek ne kadar zordu..

Yıllar sonra buldu ilk aşkını, nasıl olduysa buldu işte.. İlk başta hatırlamadı adam onu.. Zaten hatırlaması da imkansızdı aradan 20 yıl geçmişti.. Ama sonra hatırlattı kız kendini. Gerçi içinde 20 yıl önceki heyecan kalmamış gibiydi başlangıçta.. yine konuştular dertleştiler yüz yüze gelemeden.. Kız aşık oldu yeniden umutsuzca.. Ama bu sefer adamda biliyordu aşkını çünkü kız artık 19'unda değildi duygularını açmayı öğretmişti hayat ona..  Ama artık çok geç kalmıştı sanki.. İkiside farklı hayatlarda, ikiside farklı dertteydiler.. Adam sordu kıza "O zaman neden açılmadın bana" diye Kız "Fark etmezdinki beni" dedi.. "Ben o zaman aşkımı böyle yaşamak istedim ama şimdi haykırmak istiyorum" dedi.. İkiside biliyorlardı ki... bu aşk hikayesi geçmişte tek taraflı başlamıştı ama şimdi korlaşarak büyüyordu.. yıllar oldu yüz yüze gelemediler gene. Kızın çocuğu  büyüdü, kendisi yaşlandı, adam mı??.. Oda hayatın içinde yaşayıp gitti. Nedense 20 yıl sonra gelen itiraf birleştiremedi onları.. hayat devam ederken taşlarda oturmuştu artık, onları oynatıp yeniden bir şeyler yaşanamadı..

Kız şimdi torunlarına bakıyor.. 2 torunu var.. onlarla mutlu.. arada sevdiğinden haber alıyor ve hala gülümsüyor, her telefon konuşmasından sonra.. Adam da... yaşıyor kalabalıkların arasında sahte aşkları ile...

Geri geldim..ama..

Yıllar oldu uzaklardayım.. Döndüm ama hala uzaklarda gibiyim..Hiç kimse, hiç bir şey benim hayalimdeki gibi değil.. Hiç kimse özlemlerimde yarattığım yerde değil.. Hiç kimse eski beni hatırlamıyor..Hiç kimse benim verdiğim değerde değil.. Hiç kimse aslında benden değil..
Yaşamıştık ama bir zamanlar, paylaşmıştık hayatı en güzel tarafı ile.. Sonra gittim.. evet birden gittim işte.. Ama hani döneceğim günü iple çekmiştiniz. Hani ağlamıştık; ayrılsak ta.. birgün..  yine kaldığımız yerden devam edecektik.. Şimdi geldim işte.. ben eski benimde siz kimsiniz..
Anlamıştım son zamanlarda aramalarınız azalmıştı.. Hep aradım oysa; her aradığımda hesap sorsanız da bana.. hep aradım... Sonra hayat dedik adına, iş güç dedik daldık gittik.. Hastalandım, hırpalandım olmadınız yanımda
Aramasanız da hiç kızmadım, darılmadım. Ama siz.. her aradığımda "neden aramıyorsun, nerelerdesin hayırsız" dediniz. gene kızmadım..
Kızdım kendime... çok şey bekleme... herkes her yerde... yaşlanmışız işte.. dedim... ama olmadı içimdeki derin boşluk dolmadı.. Koşarak gelmiştim, duvara çarptım, kırıldı kolum kanadım..
Hayat bir geri dönüş hikayesi kadar sertse; ben o kadar sert olamam. Hayat özlediğiniz değerlerin anlamsızlaşması ise; ben bunu anlayamam. Hayat uzaklaşan dostlardan kopmamı gerektiriyorsa; ben bu hayatın içinde, kendim olamam...
Tamda burasıydı ayrıldığımız yer.. geldim dönüyorum şimdi tamda aynı yerden, ama yoksunuz hiçbiriniz.. Fark ettinizmi bilmem ama gidiyorum gene.. Bu sefer kimsenin beni beklemediği yada bekliyormuş gibi bakmadığı yerlere.. Unutmayacağım sizi, eğer bir gün gelirsem bir merhaba dersiniz diye...
Her ayrılık hüzünlüdür dostlardan.. Her ayrılık yarım kalır insan.. Sonra unutulur her şey gibi o da... Giden özler sadece, giden hasret kalır her şeye. Hayat acımasızca nankörlüğü karşısına çıkarıncaya kadar da hep özlem doludur giden.. Bir gün gelir ve geldiği gibi de gider..
Ayrılık bir hüzünse vuslat sevinç olmalı.. Ama vuslat da ayrılık kadar hüzün olursa... İnsanın ne gidesi olur nede gitiği yerden dönesi..
En iyisi bırakın her şey yerinde ağırlaşsın.. Bırakıldığı gibi bulunan tek şeyde taş olsun her zamanki gibi..
Gidenlerin arkasından ağlamadan, geleceği güne kadar dost kalabildiğimiz ölçüde adamızdır zaten...

3 Ocak 2011 Pazartesi

Aşk yokk.. mu?

Facebookta dolaşan bir cümle var aşk üzerine.. Bir arkadaşım paylaşmış.. Dayanamadım birşeyler yazmalıyım dedim hemen.. Diyor ki özetle.. İki el tuttum biri hayatımı kararttı, diğeri hayatıma güneş oldu..Karartan aşk, aydınlatan anne.. Biri canlı, sevgi dolu bir varlık, diğeri soyut bir kavram.. İkisini karşılaştırmak fikri kimden nasıl çıkmıştır bilmiyorum ama..... aşkı sevmiyoruz, vazgeçemiyoruz da..

Bugüne kadar aşk üzerine yazılan yazıları peşpeşe koysanız değil Ay'a Nebula'ya yol olur..Hepsinde de gizliden bir nefret vardır aşka.. Aşk mutlaka hep sömürmüştür.. Aşk mutlaka hep darmadağınık etmiştir.. Aşk terketmiştir.. Bu kadar mı acımasızdır bu aşk?. E o zaman neden aşk arar durur bu insanoğlu, neden bütün şarkılar aşk üzerinedir. Neden bir filmde aşk yoksa o film para etmez.. Biz neyi seviyoruz aşkı mı? aşk acısını mı??..

Aslında aşk diye birşey yoktur diyeceğim ama "Çok klasik oldu" diyeceksiniz. "Aslında aşk duygularımızın yarattığı bir tuzaktır" diyeceğim.. "Nasıl" yani diyeceksiniz.. bende madde madde sıralayacağım..
1. Aşk duygusal bir köleliktir..
2. Aşk karşılıklı menfaatlerin çakıştığı görünmeyen bir antlaşmadır.
3. Aşk boşluktaki birinin tutunduğu kuru bir daldır
4. Aşk özgüvensiz birilerinin sığındığı bir limandır.
5. Aşk beynimizin duygularımızı kullanarak bize kurduğu bir tuzaktır. Bu tuzağa hep bilerek düşeriz ama...
6. Aşk yağmurdan kaçarken doluya yakalandığımız an gibi bizi en çaresiz anlarımızda yakalayan bir fırsatçıdır..
7. Sevginin anlamını bilmeden, şefkat gösteren herkesi sevgi dolu zannederek adını koyduğumuz bir duygudur aşk..
8. Aşk kadın erkek arasında oluştuğu sanılan duygu sağanağının durulduğu andır..

Bu maddeleri günlerce yazabiliriz.. Ama asıl aşk ruhani, uhrevi bir duygudur.. Bunu açıklamakta, anlamakta bir dünyalının işi değildir.. Öyleyse neden boğuşuruz bu kadar?? Çünkü korkarız eşsiz kalmaktan. Ama bunu nedense kendimize dahi itiraf edemeyiz. Sonrada ulaşamayız, vururuz yerden yere. Adamda yada kadında (ki daha çok adamdır yanlış yapan) buluruz aşkın suçlarını. Birlikte olduğumuz kişiye körü körüne teslim olurken hiçbir şeyin muhasebesini yapmayan beynimiz, nedense sonraları sorgular durur. Bizde ne deriz buna Aşk bitti... Yani tuzak çalışmıştır.. Bizde tuzağa düşmüşüzdür.. Hadi çık bakalım içinden. Aslında bir alışkanlık yada fedakarlıkların karşılığını beklemekten başka bir şey yaşamamış olan bizler.. Tuttururuz bir aşk yarası hikayesi.. Gireriz derin bunalımlara, güya kurtarırız kendimizi terk edilmişliğin verdiği acıdan. Aslında beynimizin yarattığı duygusal tuzaktan kurtulmaya çalışmaktan başka bir şey değildir yaptığımız..
Sonrada Ferhat'ın Şirin'e ulaşmak için dağları delmesinden bahseder, herkesten delecek bir dağ bulup aşkını ispat etmesini bekleriz. Ama sonunda birbirlerine kavuşamadan öldüklerini bilemeyiz.. Neden ölmüşler çünkü kandırılmışlar.. ayrıntıyı siz araştırırsınız. Söylemeye çalıştığım aşk için ölmek duygusu var olduğu müddetçe aşkı kavramak dahada imkansızlaşacaktır.. Aslolan ölmek değil aşkın peşinden gitmek ise. Ulaşıldıktan sonra bitmesi ne kadar zaman alacak.. Ama mutlaka bitecek.. Sonra da başka aşklara yelken açmalar mı başlayacak.. Aşk sınırsız yaşanabiliyorsa.. O zaman bu kadar yaralanmak niye..
Aşk var ise yakalayın ama unutmayın görünmeyen şeyleri sadece yakaladığınızı sanırsınız...

2 Ocak 2011 Pazar

Ertelenen hayatlar...

Elektrik faturası, su faturası, gaz faturası, ev kirası, her nevi telefon ve tv faturaları, kredi kartları, arabanın vergisi, sigortalar, kaskolar, bilumum aidatlar.... Televizyonlarda devamlı dönüp duran, bize katılın emekli olunca yelkenli ile dünyayı dolaşın, diyen reklamlardan gaza gelip emeklilik programına dahil oldunuz..Al bir fatura daha.. Sonra bir doğal felaket oluyor devlet diyorki... birbirimize yardım edelim.. tabii diyorsunuz bugün onlara yarın bana.. 1 yıl süreli ÖTV diye birşey koyuyor.. bakıyorsunuz 10 yıl olmuş ve bu 1 yıl süreli ÖTV her yıl katlanarak artıyor..Aman Allah'ım nerede ve ne için yaşıyoruz...

Bir işimiz olsun olmasın bu faturaların büyük bir bölümünü ödemek zorundayız. Daha sağlık harcamalarından bahsetmedim bile..peki bunların hangisinden vazgeçebiliriz..Mesela elektrik olmasın, yada telefona ne gerek var.. en fazla 3 gün. Sonra tekrar bağlatmak için kuyruklarda fırça yiyerek bekleşirsiniz. İşin ilgincide bu ya. hem para veriyorsunuz hemde sürekli beceriksiz ve salak muamelesi görüyorsunuz fatura ödemek için gittiğiniz bilimum kurumlarda..

Küçük bir çocukken önünüze bir yığın hedef konuyor.. Neden?? Büyüyüp adam olmak, yani iş sahibi olmak için. Peki iş sahibi olunca ne olacak..fatura ödemekle mükellef bir vatandaş olacaksınız. Kazanacaksınız ve hepsini maaşınızı görmeden dağıtacaksınız.. Kalan olursada biriktirip araba yada ev alacaksınız..tabii ömrünüz yeterse.. O da yetmedi vazgeçiyorsunuz bir takım zevklerinizden karın tokluğu hesabına.. Üç beş kuruş biriktirelim diye, onuda veriyorsunuz sevdiğiniz bir dostunuza darda kaldığı bir zamanda.. oda geri gelmiyor.. Off!! İnsanın bazen taş devrine dönesi geliyor..

Adam oluş sebebimiz sadece bize uzatılan faturaları ödemekteki başarımızdan geçiyor. Bunlarla uğraşarak neleri ertelemiyoruz ki. Hepsinden önce hayatı erteliyoruz emeklilik yıllarına. Sonra emekli oluyoruz ama nerede o eski adam yada kadın. ..Nerede o enerji..Ne enerjisi size gençlik yıllarından kalan bir yığın hastalık, bir yığın ağrı ve telefi edilemez bir yorgunluk.. Hadi emekli oldunuz yaşayın bunlarla.. Haa bu arada yıllarca ödeyip özel emekli olacağınız sistemden de emekli oluyorsunuz. Onlarda size şehirler arası bir otobüs bileti alacak kadar para veriyorlar, yelkenli ile dünyayı dolaşma hayaliniz torunlarınıza miras kalıyor.. Gerçi emekli olupta ikinci bir iş yapmadan; devam eden faturaları da ödeyemezsiniz. O zaman nereye erteliyoruz hayatı.. Bilinmeyen kimsenin dönmediği yerlere.. Ölüyoruz be ölüyoruz fatura ödeye ödeye.. Ödemiyecekmiyiz?... tabii ödeyeceğiz ama birazda yaşasak, birazda hayatın içinde olsak, birazda bizde dünyanın tadına varsak.. Ama olsun be buda yeter bize.. Gülümseyelim, sevelim sevilelim, sağlığımız yerinde olsun, aç değil açıkta değiliz... gibi avuntularla idare etmeye devam..

Olmaz demeyin.. vazgeçmeyin..ertelemeyin..Bugünden başlayın kendiniz için bir şeyler yapmaya..En azından çıkın evinizden..Atlayın gidin en çok özlediğiniz yere, yada olmak istediğiniz yere..Ama uçmayın fazlada..
Hadi ben çıkıyorum boğaza, hava almaya... şimdilik bundan para almıyorlar....
Ertelediğiniz hiçbir şeyi bir daha o anki duygu ile yaşayamayacaksınız....

Keşke...

69 yaşında bir adam..1 çıt kalmış işinin bitmesine..Ama pes etmemiş.Seviyor sanki kendini de, evini de. Bir kaç uğraşla giyiniyor. amacı her hafta toplandıkları lokalde okeye dördüncü olmak..Yetişip alıyor yerini, söylüyor çayınıda..2 kişi gelmiş bile..bekliyorlar birini daha. Kazım abi diyorlar ona.. aralarındaki en yaşlı o..
Gerçi sadece 2 yaş büyük ama olsun 70'ini geçmiş..Ama gelmiyor bir türlü, "ne yapsak başkasını mı oturtsak" diye düşünürken içeri, Kazım abinin torunu geliyor biraz buruk, biraz keyifsiz....Dedemi bu sabah kaybettik...deyiveriyor bir çırpıda masadakilere....
Ama geçen hafta ne güzeldik, buradaydık gene, sağlamdı..
"Kalp krizi" diyor torun "bizde anlamadık birden uçtu gitti kollarımızda..ambulans gelene kadar....."öylece oturup ağlıyor ''Şimdi almaya gidiyoruz ikindide cenazesi kalkacak.." ve gidiyor torun.
Arkasından bakıyorlar, sonrada birbirlerine...yaklaşan ölüm korkusunu hissetmişcesine..
"Keşke" diyor biri..İçmeseydi o kadar sigara..
Çok uğraştı rahmetli ama bırakamadı bu illeti..
"Ama" diyor öteki.. "gençliğinde de çok hor kullandı vücudunu..çok da içerdi.."
-Evet ya dikkat etmek lazım..bak ben her akşam 30 dakika yürüyorum diyor sabah evden zar zor çıkan ihtiyar.
"Keşke" diyor gene biri.."Dün akşam gitseydim.."
Diğerleri bakıyor anlamsızca..
Devam ediyor gözlerini ovuşturarak..Dün akşam beni aradı gel dedi bana, gel...Ama üşendim gidemedim.. Kapatıyor yüzünü ağladığı görülmesin diye..
"Keşke" diyor sabah evden zar zor çıkan adam..
-Geçen hafta yaşanmamış olsaydı..
Diğerleri sessiz bir merak içinde dinliyorlar ihtiyarı..
Devam ediyor ..
-Geçen hafta buradan çıkınca beraber karısının mezarına gittik..Oturdu mezar başında elini toprağa koydu..Önce isyankardı sonra yavaşladı sesi titrek bir hal aldı ve başladı..
-Canımın içi seni özledim..Bana 2 evlat verdin onlardanda 3 torun..Ama ben seni çok üzdüm.
Keşke şimdi yanımda olsan da sana sevdiğimi söylesem, keşke yanımda olsanda elini tutup sokak sokak gezsem, keşke yanımda olsanda konusuna bakmadan sinemaya gitsek, keşke yanımda olsanda her hafta okey oynamaya gitmek yerine seninle kırlara gitsem, keşke yanımda olsanda sana sarılıp tüm duygularımı söylesem, keşke yanımda olsanda....aaah ah..ben sana seni sevdiğimi hiç söylemedim ki.....
Sonra bana döndü beni affedermi dedi..
-Ancak ölünce sorarsın bunu ona dedim.
-Keşke dedi keşke gidebilsem yanına...
Onu orada bırakıp ayrıldım yanından..Kimbilir yalnız kalınca neler yaşamıştır.
Keşke bu durumda orada bırakmasaydım belki....daha fazla konuşamadı bir suçluluk duygusuyla gözlerinden boşalan yaşları aktı masanın üstüne...
Hayatımızın her köşesinde keşkeler vardır hep..Çok basit pişmanlıklar bile bir geri dönüş arzusu ile yok sayılmaya çalışılır. ama bunun mümkün olmadığını bildiğimiz halde keşkelerden vazgeçemeyiz. Keşke dememek için hayatı hep kurgulayarak yaşamaya çalışırız. Ama hayat sizin kurgunuza göre akamazki..Keşkeler hep olacaktır mühim olan onlardan ders çıkarmak değil. Yaşanmış her şeyi bir ders gibi görmeden, yaşayabilme başarısını gösterebilmektir...
Hissedilen duygular hissettirene söylendiği zamanlarda anlam kazanır..Yoksa keşkeler hep olacaktır...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...