Sayfalar

26 Mayıs 2011 Perşembe

Mükemmel çift...

Saat sabahın körü.. Kadın kocasını öperek uğurladı, tam kapıyı kapatacakken, karşı dairedeki kadını fark etti. Kapısını açmış çöp bırakıyor bahanesi ile kadını süzüyordu, baktığını fark edince kapıyı sertçe kapattı. Kadın hiç bir şey söylemeden, gülümseyerek içeri gitti.
Kadın hemen işe koyuldu çünkü bugün çok kişi gelecekti evine. Apartmanda sıra ondaydı, tüm kadınlar onun evine gelecekti. Aksi gibi karşıdaki kadında olacaktı gelenlerin arasında..
Öğlene kadar hazırlık yaptı kadın, öğleden sonrada teker teker gelmeye başladılar.
Hoşbeş derken, kadın hazırladıklarını ikram etmeye başladı. Bu arada gelen misafirler de kadına yardım ediyorlardı.. biri hariç.. karşı komşusu...
Bu karşı komşu, kimseyi sevmez, kimseyi beğenmez, her şeyin en iyisini kendisi biliyor zanneder, karı koca burunlarından kıl aldırmaz, ukalaca dolaşırlardı. Hiç kimse onlarla görüşmek istemezdi ama onlar her ortamlarda mutlaka olurlardı. istenmedikleri halde bunu kabullenmez bu durumdan bile kendilerine pay çıkarırlardı. Bu mahallede kendileri olmasa çoğu işin halledilmeyeceğini, sırf iyilik olsun diye mahalleliden uzak durmadıklarını ve bu mahalleye çok iyilik yaptıklarını söyler dururlardı. Oysa böyle bir durum hiç bir zaman olmamıştı...
Ortamdaki herkes kadın olunca konu dönüp dolaşıp, kocaları çekiştirmeye gelmişti haliyle.. Herkesin ortak noktası kocalarının ilgisizliği ve kendilerine yaptıkları değişikliklere karşı duyarsızlıklarıydı. Biri hariç, kim olduğunu siz bulun..
Onun kocası dünyanın en kibar, en yakışıklı, en anlayışlı ve ince ruhlu kocasıydı çünkü.. Kendini kaptırmış, kocasını anlatıyordu, gözlerini hafifçe kısıp herkese yukarıdan bakar bir tavırla.. En sonunda da "biz mükemmel bir çiftiz" diye bitirdi lafını. Evdeki herkes, kaçamak birbirine bakıyordu. İçin için sorguluyorlardı kendi kocalarını ve ilişkilerini. Kadın öyle bir anlatmıştı ki, hayranlık uyanmıştı ister istemez evliliklerine..
Akşama doğru kadınlar geldikleri gibi gittiler..
Akşam kadın kapıda karşıladı kocasını.. O gün kocasına içinden geldiği gibi davranıp,gün içinde olan biten her şeyi hatta, karşı komşusu olan bay ve bayan mükemmelleri anlatmaya karar vermişti...
Yemekten sonra bir çırpıda anlattı kocasına tüm rahatsızlığı ve mutsuzluğu ile..
Kocası kadının başını okşadı, elini tuttu ve anlatmaya başladı...
- Benim sevgili can yoldaşım.. Sen bu anlattıklarının hepsinin safsata olduğunu bilmene rağmen kendini bu kadar niye üzersin yada kendi hayatını onun hayatı ile kıyaslama gereği duyarsın ki. Eğer o kadın evinde mutlu bir kadın olsaydı hemen hemen her sabah ben işe giderken kapı aralığından bakarmıydı? Eğer o kadın akıllı bir kadın olsa sevilmediği yere koşa koşa gelirmiydi? Eğer o kadın kocasını gerçekten çok seviyor olsa kocasını bu kadar göklere çıkarmaya gerek duyarmıydı? En önemlisi eğer o kadın becerikli bir kadın olsa herkesin evine gidip kimseyi evine davet etmemezlik yaparmıydı?.
Böyle insanlar, dünyanın merkezinde sanırlar kendilerini çünkü hayatlarında elle tutulabilecek hiç bir şey yapamayacaklarını bilirler. Bu insanlar için en önemli değer kendileridir. Herkesten nefret ederek yada herkesi aşağılayarak saygın olabileceklerini sanırlar.
Şimdi senin yapabileceğin en güzel şey, sabah ben giderken eğer gene kapıda olursa onu eve davet etmen ve ona fırsat vermen. Ona hiç karşı çıkmadan dinle sadece, hak da verme karşı da durma. Biraz anlattıktan sonra kendiliğinden çözülecektir. Bu tip çiftler hep vardır ama biz onlarla uğraşarak hak ettiklerinden çok değer verir ve gündemde kalmalarını sağlarız. İzlediğin her film de, her senaryoda işte bu insan özelliğinden faydalanılmıştır. Fazla kibir nefretle beraber merakta uyandırır. Gündemde kaldıkça daha çok bir şey sanırlar kendilerini, bu durum onların egolarını beslemeye yeterdir zaten... Oysa biraz dinlesen, sonrada sırtını sıvazlayıp yollasan ve bir daha hiç görmesen, daha çok zarar verirler, saldırganlaşırlar, hakkında olur olmaz laf ederler. Gene kırılan sen olursun. Bunlar toplumun zavallılarıdır. Birlikte yaşamayı öğrenmekten başka çare yoktur. Ama tüm özelliklerini bilerek ve fark ettirmeyerek... O zaman çok daha huzurlu olacağından emin olabilirsin...

Kadın kocasını hayranlıkla dinledi... sarıldı. "ama sen.. sen.." dedi sadece. kocası anlamıştı ne demek istediğini daha fazla konuşturmadan karısına sarıldı. ve devam etti..
- Şimdi sayende yeni bir kapı daha açtım. Etrafında olan bitenlerden etkilenmeden önce kendinin ve seni sevenlerin değerinin farkına varmalısın...

Mükemmel çift yine her yerde, kendilerini övüyor, ne kadar becerikli olduklarını ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Ama hiç kimseyi inandıramadıklarını asla bilemeyecekler. Çünkü onlar mükemmel çift...

24 Mayıs 2011 Salı

Hallederiz abi...

O kadar daralmışsınızki. Hiç bir işe el atmak istemez, hiç birşey yapmak istemez ve hatta kolunuzu bile kaldırmak istemezsiniz. Ama biliyorsunuzki yapacak çok iş var ve biliyorsunuzki bunların hepsini yapacak gücünüz de var. Ama olur işte bazı zaman, her şey kopar gider içinizden. Bırakırsınız kendinizi zamanın akışına. Nasılsa bitecektir bu haller. Nasılsa geçecektir ve nasılsa birileri sizi taciz edecektir. Eder de..

Her dönem bitmek bilmeyen enerjileri ile "hallederiz abi" lafıyla yaşayan tipler türeyiverir etrafınızda. "Düşündüğün şeye bak" der. Ne düşündüğünüzü anlamadan. Hiç de umurunda değildir aslında düşünülenler. Onun dünyaya geliş maksadı bir şeyleri halledebilecek olduğunu sanmasından ibarettir.

Bazen öyle anlar olurki, gidersiniz bu tiplerin peşinden, öylesine güveniverirsiniz, şirinliğinden şüphe etmezsiniz. Anlattıklarından aldanır gerçekten becerikli sanırsınız.

Herşey biter ama olması gereken hiç birşey olmamıştır. Halledilen hiç birşey olmadığı gibi yepyeni sorunlarınız olmuştur artık.
Ama o hallederiz abi tiplemesi vazgeçmez, yeni sorunları da "hallederiz abi" diyerek dikilir karşınıza .. Kızamaz, güler geçersiniz.. Sonra döner gidersiniz hiç bir şey olmamış gibi.. Birkez daha insanlara olan güveninizi sorgulamak üzere düşünürsünüz bir başınıza..

Biraz alışveriş der, dalarsınız bir dükkana. İçeride sizi gülenyüzüyle biri karşılar. "buyurun" der. sıcacık bir ses tonuyla. gülümseyerek bakarsınız. Ne almak isterseniz anlatırsınız. O kişi size yardımcı olmak için pervane olur, sürekli değişik kıyafetleri gösterir, üşenmeden açar paketleri.. Almayacaksanız da alırsınız, satış yapan tezgahtarın şirinliğine aldanarak. Sonra gelirsiniz eve, aldığınızı gösterirsiniz arkadaşlarınıza, eşinize dostunuza. İçlerinden biri. "Ben bunun aynısından aldım" der. Peşinden de aldığı fiyatı söyler. Kalırsınız öylece. Çünkü söylediği fiyat sizin aldığınız fiyatın yarısıdır.. Alır kıyafeti gidersiniz odanıza, tekrar sorgularsınız gülen yüzlere aldanılmaması gerektiğini..

Hayatı öğrenene kadar, hayatınıza giren insanlardan yediğiniz darbelerle ayakta durmayı başarırsanız, bir şey olursunuz. Yoksa daha ilk yarısında hayatın, pes eder, güvensiz ürkek biri oluverirsiniz.

Kendi işinizi kendinizin yapması gerektiğini anlayana kadar etrafınızda dolaşan "hallederiz abi" tipler zihninizde hayata dair oluşan güzellikleri halleder ve giderler. Ama onlar hiçbir zaman kaybolmazlar. Biri gider öbürü gelir. Hangisine güvenmeniz gerektiğini kavrayana kadar hayat gerçek anlamını da yitirmiş olur.

Böyle oyunlar oynar işte bazen hayat. Güvenimizi test eder. Dostluklarımızı sınamamıza sebep olur. Yaşadığımız her olumsuz deneyim, etrafımıza şüpheyle bakmamıza ve bize yaklaşan herkesin bizden istifade edeceğini sanmamıza sebep olur. Paranoyak olur çıkarız. Ama aslında o kadarda zor değilidir hiç birşey.

Anlattığım örneklere geri dönüp bir daha bakalım.. Etrafımızdaki "hallederiz abi" tiplemeleri yok olmazlar ve hep çıkarlar bir yerlerden. Bırakın çıksınlar. Onlar size yaklaştıkça güveniyormuş gibi yapın, halledilebilecek bir işi kendiniz halledin. O halletmiş gibi yapın. Sonra bırakın mutlu olsun. Ama kontrolünüzden çıkmasına izin vermeyin. Bakın neler değişecek hayatınızda. Çünkü o tip insanlar hep pozitif enerji yüklüdürler, hiç bir işe yarayamadıklarını hiç bir zaman anlamayacak ve her zaman kendilerini göklere çıkaracaklardır. Megaloman dırlar yani. Bırakın olsunlar.. Bunun keyifli tarafları da var, maharet onu bulup çıkarabilmektir.

Bir alışveriş yaptınız ve kazık yediğinizi sanıyorsunuz. Aynı yere ısrarla gitmeye devam edin. Sizi gülen yüzüyle karşılayan satıcıyla her defasında sohbet edin ve hiç bir şey almayın. Sonrasında satıcının pozisyonunu takip edin. Eğer hala gülüyorsa, size kazık atmamıştır. Çünkü oradan alınan malzemenin ederi odur. Yarı fiyatına aldığını iddia eden arkadaşınız ya yalan söylemiştir yada aldığı malzeme aynı kalitede değildir. Bir yerlerden alışveriş yaparken dayak atarmışcasına satış yapan ama ucuz sattığını iddia edenler varsa oralara bir daha asla gitmeyin..

İnsanlara güvenmek için önce onların bize güvenmesini sağlayacak ortamları hazırlamalı sonra bakmalıyız devamına. Ama etrafınıza bir bakın herkes ne kadar nefret dolu. Bir toplu taşım aracına binince inceleyin ne göreceksiniz. Hiç kimse rahat değil, herkes herkese şüpheyle bakıyor. Nedenmi? İşte bu "hallederiz abi" veya bu size çok yakışmış diyerek sürekli kazık atan tiplerin sayılarının her geçen gün artmasından.. Bu sebeple de onlardan ürkmeden anlamaya çalışarak alt etmeliyiz diyorum... En azından dostluğun anlamını yitirmesine ramak kala yakalayabilme adına..

Ne demişler... Seni pislikten çıkarmak için uzatılan her eli dost eli sanma... Ama her üstüne pisleyeni de düşman belleme...

22 Mayıs 2011 Pazar

Bugünden düne...

Öyle bir zaman başlamıştık. Dostça bir beklenti olmadan, kendimizle boğuşarak. Karalamaların yazıya ve hatta makaleye dönüşmesiydi yaşadıklarımız. Sonra paylaşır olduk, içimizden geçenleri. İçimizden geçen duygulara bizden başka birilerininde baktığını gördük. Beklentisiz girdiğimiz dünyada, bir selam görmeyince yada yazılan yazılara bir cevap yazmayınca, okumaynca yazılanları, uğrayıp sanal manal demeden yiyip içmeyince fırçalanır olduk. Sonra birbirimizi daha iyi tanımlama adına, fikir yürütebileceği konuların ne olduğuna bakmaksızın attık bir konu ortaya, cevaplasın istedik, yazılarda tanıdığımız ve her geçen gün daha çok sevdiğimiz, dostluklar kurabilecek kadar yakınlaştığımız kardeşlerimiz, abilerimiz, ablalarımız...

Önce Gelibolu 17 mimlemiş beni. Sormuş "Eğer Bir Zaman Tüneli Olsaydı Geçmişten Yada Gelecekten Hangi Zamana Gitmeyi, Kimi, Hangi Olayı Görmeyi İsterdiniz ?" diye. Böylesi güzel bir soruyu cevaplamamak mümkün olamazdı. Her zaman düşündüğüm, arzuladığım ve böyle bir şeyin gerçekleşmesi anında istediğim tek şeyi sormuş çünkü. Geleceğe gitmek istemezdim asla. Yaşanmamışlıkları görmek ürkütür beni diye düşünürüm çünkü. İstemediğim bir şeyi yaşıyor görürsem kendimi, o yanlışa gitmemek için başka ve belki de daha büyük yanlışlar yapabilirim. Bu durumda da yaşamam gereken süreci yaşayamayacağımdan, ben ben olmaktan çıkarım.

Ama geçmiş için durum farklı. Geçmişteki küçücük bir olaya el değdirsem, birini yolundan çevirip başka tarafa yönlendirsem, kurulu işleyen dengeyi bozacağımı biliyor olmama, bu sebepten dünyanın altını üstüne çevireceğimi görüyor olmama rağmen. İsterdim geçmişte bir yerlere el uzatayım. Önce Fatih'in İstanbul'u fethettiği güne gitmek isterdim. Ona, bu şehrin dünyanın en önemli tarihi değeri olan şehri olacağını anlatıp, tek tek tarihi değerlerini göstermek isterdim. Sonra rönesansı başlatacak ilim, bilim adamlarını bulur tanıuştırırdım, onlara sahip çıkmasını ve çalıştırmasını isterdim. Oradan tekrar binerdim zaman makinesine, Hezarfen'in ilk uçuş denemesi yaptığı güne gider. Ona yürekli olmasını, uçan bir araç yapılabileceğini söyler, birkaç ipucu verir uzaklaşırdım. Zaten Fatih İstanbul'daki bilim adamlarından faydalandığından o zamana kadar çok işler olmuş ve hatta matbaa ilk bizde bulunmuş bile olurdu. Şöyle kapatın gözlerinizi ve düşünün bakalım dünya ne halde olurdu. Sadece bu iki noktaya küçük bir müdahale ile altı üstüne gelmez miydi ?? 

Burcu ise "tarihsel bir devinimde nerede olmak isterdin? neden orada olmak isterdin ve kimi görmek isterdin" diyerek olaya biraz daha ruhsal bir durum katmış. Biraz seyirci modunda değerlendirdim bende haliyle..
Aslında görmek istenen kişiler nedense hep bildik liderler olur ama ben öyle düşünmüyorum. Onları görmenin belkide bilinçaltımda yarattığım kahramanımı küstüreceğini düşündüğümden. Ya da benim zihnimde canlndırdığım haliyle, düşüncemde kalmasını istediğimden, geçmişe gidip çok da görmek istemem. Ama bir tek kişiyi görmek ve izlemek çok isterim. Şaşıracaksınız belki ama beni hep benzettikleri, hakkında birçok kişiden çok söz işittiğim, küçüklüğümden beri savaştaki kahramanlık hikayelerini dinlediğim, çok işler yapmış ama bir tek maddesel hatıra bırakmadığından çok kızdığım dedemi görmek ve izlemek isterdim. Hiç konuşmadan, sadece izlemek, onu tanımak ve yaşadıkları ile ilgili bana anlatılan her şeyi bizzat kendinden dinlemek isterdim. Dinlemek ve sonrasında anlatılanları değerlendirip kendimi yeniden yapılandırmak.. Sonra dönüp bugüne yeni benin neler yapabileceğini izlemek.. Gene çıktım galiba ben ben olmaktan ama olsun biraz değişiklik fena olmaz... 

Aslında  güzel olan mim konusuna cevap yazmak değil. Sorulan soruya cevap almak için peşinden gitmek. Ama ben hep mimleniyorum,  mimleyemiyorum. Çünkü benden önce herkes bu işi halletmiş oluyor zaten. Bir gün çok özgün ve farklı bir konu ile karşınıza dikilecek ve size hesap soracağım :) Bu tip paylaşımlara cevap yazmak oldukça eğlenceli ve çok da samimi geliyor bana. Bu sebeple beni mimleyen Gelibolu 17 ve Burcu'ya çok teşekkür ediyorum.. Biraz geç oldu ama oldu işte...
Sevgilerle... Dostça kalın...

17 Mayıs 2011 Salı

Anlasana...

Anlayamadım, sabahın kör bir saatinde ki uyanmalarımın senin içimde bir yerlerde uyandırdığın heyecanın yarattığı kalp çarpıntılarından olduğunu.

Anlayamadım, geceleri yastığa başımı koyar koymaz yüzümü saran tebessümün, senin zihnimde açtığın penceremden giren güneşten yansıdığını..

Anlayamadım, biryerlerde birşeyler beklerken, etrafa gülen gözlerle bakmamın, senin bana gösterdiğin tebessümden kaynaklandığını..

Sonra…

Anladım, gerçek sevdanın sadece hissedebilmek olduğunu.

Anladım, heyecan olmadan hissedemeyeceğimi.

Anladım, uzatılan el sevgi doluysa, içimi titretip beni peşinden sürükleyeceğini…

Ve…

Anla artık… bütün bunlar için ayıracak zamanın olmadığında beni de kaybedeceğini…

15 Mayıs 2011 Pazar

Burçak bisküvi ve çay...

Mayıs 1980.
Adem, okuldan çıkmış çantasını sürüye sürüye yorgun argın eve gidiyordu. O gün önceki günlere göre çok daha sıcak ve bunaltıcı bir hava vardı. Bu yıl ilkokuldan mezun olacak, ortaokula başlayacaktı. Annesi pekde hevesli değildi bu duruma. Çünkü artarak devam eden olaylar ortaokullara kadar sıçramış, hemen her gün gitmeyi düşündüğü ortaokulda birileri boğuluyor, yada bıçaklanıyordu. Bütün bu olanların neden ve nasıl olduğunu Adem anlamıyor ama belkide okuyamayacağı için, olayları yakından takip ediyordu.
Bu düşüncelerle mahalle bakkalının yanına kadar geldi. Bakkal İsmail abiydi. Aslında babası dururdu bakkalda ama son zamanlarda iyice hastalanan babası, artık gelemez olmuş, bakkalı İsmail abi çalıştırıyordu.
Geçerken göz ucuyla içeri baktı Adem. İsmail abi içerde, oturmuş, sehpanın üzerinde duran bisküvi paketinden aldığı bisküvileri büyükçe bir bardağa doldurduğu çaya daldırıyor ve iştahla atıyordu ağzına. Adem'i fark etti ve içeri çağırdı. Adem girdi içeri oturdu İsmail abisinin karşısında. İsmail abi onun için bir bisküviyi alıp çaya daldırdı uzattı Adem'e. o kadar iştahlı yiyorduki Adem hiç düşünmeden attı ağzına çaya bandırılmış bisküviyi. Sonra birkaç tane de kendisi yedi. Karnı aç olduğundanmı yoksa bisküvinin lezzetindenmi bilemedi ama çok hoşuna gitmişti bu ikram... Bisküvi paketini eline aldı, inceledi Adem. Oldukça çekici bir paketi vardı. Üzerinde kocaman harflerle Burçak yazıyordu. O bisküvi ile ilk o gün tanışmış ve tadı damağında kalmıştı Adem'in. İsmail abisine teşekkür etti, yarın gene gelirim dedi ve çıktı gitti dükkandan...
Ertesi gün yine okuldan dönüyordu Adem. Bakkala kadar geldiğinde bu sefer değişik bir durum gördü. Bakkalın önü polis doluydu, etrafını kapatmışlar kimseyi almıyorlardı içeri. Meraklı insanlar toplanmış. "vah vah çok gençti" diyorlardı sadece. Soramadı kimseye. Ama İsmail abinin yaşlı ve hasta babasını gördü. Bir kenarda oturuyordu, çökmüş, tükenmiş gibiydi. Polisler bir şeyler soruyordu ama o boş gözlerle bakıyordu sadece.
İsmail abi o gün bir grubun silahlı saldırısına uğramış. Bakkal yaylım ateşine  tutulmuş ve Adem'in çok sevdiği İsmail abi oracıkta ölmüştü..
Olaylara anlam vermeye çalıştı ama anlayamadı. Kim İsmail abiyi öldürebilirdi ki. İsmail abi kimseye kötülük yapamazdı. Hatta mahallenin çocuklarına o kadar çok gazoz ve gofret vermiştirki, çoğu zaman mahallede kazanana İsmail abiden gazoz maçları yapılırdı..
Mayıs 2011
Adem beklemektedir hastane kapısında. Öğlen olmuş hala işlemler devam ettiğinden yemek yiyememişler, ne zaman biteceği belli olmadığından bir şeyler atıştıralım diye çıkmışlardı bahçeye.
Adem bankta otururken arkadaşı bir tepsiyle geldi. İçinde iki bardak çay ve bir paket burçak bisküvi...
Adem o yıldan bu güne kadar Burçak bisküviyi bir daha hiç yememişti. Tepside görünce öyle kaldı, yutkundu, baktı burçak bisküviye. Paketi eline aldı döndü arkadaşına. "burçak bisküvinin çaya çok yakıştığını sen nereden biliyorsun?" diye sordu. Arkadaşı anlamsız gözlerle bakarak. "birşeyler atıştıralım diye aldım, yakışıp yakışmadığına bakmadım" dedi hafif gülümseyerek..
Adem, bisküviyi eline aldı, hiç açmadan, elinde sürekli sallayarak arkadaşına 31 yıl önceki olayı anlattı. Sonra devam etti.
-O zaman hiç anlamamıştım. Ama sonraları öğrendim İsmail abi sıkı bir koministmiş yani solcu. Bu sebepten vurmuşlar onu sağcılar. İsmail abi öldükten 3 ay sonra ihtilal oldu. Biz herşey bitti diye sevindik. Ben okula gidebildim ama olmadı işte ancak liseye kadar okuyabildim. İsmail abiyi ben bakkalda tanımıştım ama meğer üniversiteyi bitirmiş, karışan durumlardan kaçmak için bakkala sığınmış ama bulmuşlar onu orada. Hiç düşünmeden de kurşun yağdırmışlar üstüne. O günden beri burçak bisküvü yiyemedim hatta çaya bisküvi de daldıramadım. İsmail abiyi neden vurduklarını ise hiç anlamadım. Anlayabileceğimi de sanmıyorum. O yılları yaşamadan ahkam kesenlere de güldüm geçtim.
 O yıllarda karşı tarafta olanlar öldürülüyodu, şimdi o zamanki kadar öldürülmüyor belki ama susturuluyor. İşte 31 yılda değişen tek şey bu...

10 Mayıs 2011 Salı

Zeki saksağan...

Bugün küçük bir boşluk yakaladım. Daha doğrusu bir müddet herşeyi biryana bıraktım. Oturdum ağaç gölgesinde, elimde bir bardak çay. İzledim ortalığı. En çokda saksağana takıldım. onun gözüyle görmek istedim dünyayı, onun gözüyle baktım kendime. Ürktüm kendimden, o masum masum ağaç gölgesinde oturan adamdan ürktüm. Onun gözüyle bakarken kendime, yapmak istediğim esas işimi yapamadığımı yani rahat rahat su içemediğimi, yiyecek arayamadığımı fark ettim. Bir saksağan oldum. Ama sadece ürkmeyi öğrendim.

Sonra saksağanı kendi yerime aldım. Kendi gözümle saksağana kendini izlettim. Biraz durum karıştı evet farkındayım ama. Saksağana insan beynini bahşettim. Hadi düşün dedim. İlk ne yapar acaba diye düşündüm.

Seslendi etraftaki tüm kuşlara. Topladı etrafına. Çünkü zeki artık. Kafası çalışıyor ya. Emirler verdi her bir kuşa. İş bölümü yapıverdi bir çırpıda. Verdiği emirlerin hepsi yiyecek bulmayla ilgiliydi. Yiyecekleri bulan getirdi saksağanın önüne bıraktı. O da pay etti hepsini, aslan payını kendine almayı ihmal etmeden. Artanıda gömdü oracıkta, sonraki günlere lazım olur diye.

Sonra topladı yine. Bu sefer diğer kuşların yuvasına saldırın dedi. Organize etti onları. Saldırın yiyeceklerini alın ve getirin dedi. Öylede yaptılar. Oraların hakimi oluverdiler bir anda. Ama insan beynini kullanan saksağanın etrafında toplanarak hakim olmuşlardı oralara. "Birlikten güç doğar" lafını uyguluyorlardı. Hayvanlar aleminin çok uzak olduğu bir ruhu canlandırmıştı zeki saksağan.

Uzandı gölgede, yanına başka saksağanları da aldı. şarkı söyletti, dans ettirdi eğlendi gönlünce.

Sonra gülümseyerek kendime geldim. Yüzümde asılıp kalan gülümsemeye engel olamıyordum bir türlü. Saksağanın zekasını elinden almasaydım daha neler yapacaktı kim bilir diye düşünüyor ve gülümsüyordum.  Zekayı doğru kullanabilenlerin etrafındaki aptallara neler yapabileceğini gördüm saksağanın gözünde...

Saksağan için hayat sadece yemek ve yaşamak demek. İşin içine zeka girince hayatın anlamıda şeklide değişiyor bir anda. Zekasını kullanıp bir şeyler yapmak isteyen insanların da nihai hedefi beslenmek. Farklı olan tek şey hedefe nasıl ulaşabileceği. Yada sofrasındaki yiyeceklerin çeşidi..

Zeka beraberinde yaşanılan alanın sahiplenilmesini ve etraftaki diğer toplumların da zekaya teslim olmasını gerektiriyor. Organize olabilen başarıyor.

Saksağan hayatın zevk alınacak tarafını hiç umursamazken biz etrafımızda gördüğümüz tüm canlıları taklit ederek eğlenmeye ve zevk almaya çalışıyoruz. Heyecanlarımız ve hırslarımızla bir yerlere gelmeye uğraşıyoruz. Sonra oradan da sıkılıyoruz başka zevklere yelken açıyoruz. Ama aç kaldığımız zaman gözümüz ne zevk görüyor ne de heyecan.. Doğanın kanunu olan beslenme dürtüsünden yola çıkarak toplumsallaşıyor sonrada içinde bulunduğumuz toplumun içine etmek için saksağanlar gibi olmaya çalışıyoruz. Ya da beynimizi kullanmayı beceremediğimizden, kullananlara biat edip köleleşiyoruz. Birileri ne derse bizde onu doğru kabul edip koşuyoruz peşinden. Çünkü düşünmek de çabalamak da zor geliyor. Öyleyse gerek varmı saksağandan farklı bakmaya hayata? Yiyelim içelim, çiftleşelim hayat bizi nereye götürüyorsa oraya gidelim. Olmaz diyorsanız o zaman en güzel yaratık olmanın hakkını verelim. Ayrıcalığımız olan zekamızı kullanalım..

Sonra saksağan uçtu gitti bende kalktım oturduğum yerden. Arkadaşlarıma "bir saksağan kadar olamadık" dedim. Anlamsız baktılar. Ama anlayacaklar bir gün, hayatın sırrının doğada gizli olduğunu...

5 Mayıs 2011 Perşembe

Yalansa yalan...

Yalan söylemek kimileri için bir anlık yüz kızarıklığı, kimileri için hayat tarzı, kimileri için gereklilik, kimileri için sadece bir kelime.. Bana göreyse yalan; sonu olmayan başlangıç, zincirleme reaksiyon ve en sonunda gelen sahte başarı. O da yalan.

Dünyada yaşayan ne kadar kadın ne kadar erkek ve diğerleri varsa. Hiçbiri yalan söylediğini kendine bile itiraf edemez. Kime sorsan yalanı sevmez, kime sorsan asla yalan söylememiştir. İşte zaten burada başlıyor yalancı bir dünya oluşumuz. Türlü türlü kulp buluruz sürekli. Yok beyaz yalan, pembe yalan bilmem ne. Ama yalandır işte ve sonunda sahte bir duygu yaratmıştır. Ama oda yalandır.

Bir tek sevda işlerinde yalandan korkar herkes. Geri kalanlar belkide gereklidir diye düşünür. Severiz başlangıçta, isteriz sevsin ama mevcut halimizi değil, yarattığımız kahramanımızı sevdiririz. Sonra da o kahraman olmaya çalışırız. Oluruz arada. Bazen çuvallarız, patlatırız bir yalan. Kandırdığımızı sanarız o an için sevgiliyi. O da kanar yada kanmak ister, kapılıp gideriz mutlu birlikteliğe. Ama o da yalan..

Gireriz toplumlara, katılırız grupların içine. Kendimizi anlatırız çılgınca. Başkalarından duyduğumuz yalanları, yaşamışcasına ballandıra balandıra anlatırız. Grubun nabzına göre veririz ayarı, bir şey sansınlar isteriz. Onlarda bir şey sanırlar, dostluklar kurarız yalan dünyamız üzerine. Ama yalan dostluklar.. 

Sonra bir gün bir köşede, anlatırken birine yaşadığımız yalanları, hemde tüm doğrulukları ile... buluruz kendimizi yapayalnız.. Anlatırken yalan hayatımızı, yalan olur gideriz bir çırpıda... Gözümüzün önünden geçer tüm hayatımız tek tek, perde perde.. Ama onlar gerçek...


Bu andan sonra yalan söylenecek ne bir bahane kalmıştır, ne de bir gerekçe... Her şey yalansa gerçekler yaşanamamışsa, hayat bitmişse. Yalan olan hayatmıdır? Eğer öyleyse haklı olan kimdir?



Sporun zararlarını açıklıyorum...

Kendimi bildim bileli köşesinden berisinden sporun içinde olmuşumdur. İlkokul yıllarımda mahalle takımının en önemli elemanıydım hatta, bensiz maç yapmazlardı. Ortaokul lise ve üniversite yıllarında sıkı bir jimnastikçi oluverdim. Müsabakalara bile katıldım ama bu spor bizim ülkemizde spordan çok maymunluk gibi görüldüğünden antremanlarda sakatlanan yerlerimi sakınmakla geçti sonraki yıllarım. Şimdilerde de zaman buldukça iyi kötü bir şeyler yapıyorum. Ama benim asıl derdim yaptığım sporları anlatmak yada sporun faydalarından bahsedip sizede “hadi spor yapalım sağlıklı olalım” sloganı atmak değil.. Tam tersi sporun sağlığa zararlarından bahsetmek istiyorum.. İlk kolumu kırdığım günün yıl dönümünü yaşadım geçenlerde çünkü. İlginçtir her yıl kolumu kırdığım günlerde kırılan yerden bir sızı başlar ve beni kıvrandırmasada hatırlatır işte o zamanlarki can yanmalarımı..
Böyle bir günümde gazete ve televizyonda boy gösteren çok bilen bilirkişi arkadaşların çığlık çığlığa hemen herkese sağlıklı toplum için spor yapın sloganlarını izlerken aklıma düştü sporun zararları..
Bilip bilmeden spor yapın denirmi bir topluma . Bu toplumki spor denen şeyi sadece okul yıllarında, oda okula gitmişse tabii, beden eğitimi dersinde gördüğü ve yapmaya çalıştığı anlamsız hareketlerden ibaret sanıyor. Sen kalk bu insanlara yaşını başını düşünmeden hadi spora de sonrada etraftaki bilimum parklara ilginç spor aletleri yerleştir kamu hizmeti aldatmacası yap.. Sonra da o aletlerin üstünde amcalar teyzeler spor yapıyorum sanarak vücudunda ne kadar kas varsa yırtsın olmadı burksun oda olmadı çıktığı aletten iki büklüm insin.. Sonra da spor aşkı başlamadan oracıkta bitsin. Çok güzel… Katılıyorum, toplumu bilinçlendirelim. Hep beraber spor yapalım, sağlıklı olalım. Tamam olalım da böylemi olunuyor bu.. Böyle olunuyor dersen o zamanda o sporun faydaları kalmıyorki.. Hatta zararları daha fazla oluyor.. Meselamı.. Sayıyorum birer birer..
1. Spor yaparken, yapacağın bir hata sana hayatının geri kalan bölümünü birlikte geçireceğin bir tekerlekli sandalye yada baston olarak dönebilir..
2. Spor yaparak zayıflayamaz aksine şişmanlarsınız. Çünkü beyniniz derki; “Arkadaş spor yapıp yoruluyorsun ve  kaloride yakıyorsun.. hakkındır ye gitsin..” Sende severek bu emre itaat ediyorsun sonra spor işi bitiyor. Çünkü spor şişmanlatıyor…
3. Yaparken güzel, fitsin. Sonra işler yoğunlaşıyor ara veriyorsun bir şekilde. Özene bezene şişirdiğin kasların sönüveriyor bir anda, yetmedi birazda sarkıyor.. Hee demekki spor hikaye, sahte oluyor bu işler..
4. Adamcağız 40′ına kadar sporun “s” sini bilmiyor. Etkileniyor yada yaşlılık kompleksinden olacak vücut bozulmaya başlayınca kafası çalışıyor. Hadi spor yapayım biraz diyor. O diyorda kalp ne diyor kestiremiyor. Sonra bunca yıl tempoyu hiç arttırmamış olan kalbi, aniden artan tempo karşısında artık işim bitti sanıyor.. 40′ından sonra azanlara ne oluyorsa o arkadaşada o tarz bişeyler oluyor. Zaten spor falan hikaye ondan sonra..
5. Kimileri yıllar önce okulda yaptığı hareketleri hatırlayıp, parklardaki aletleri görünce birazda etrafı etkilemek adına yapacağını sandığı hareketleri deniyor. Evet sadece deniyor. Çıkan omuzunu mahallenin çıkıkçısı yapar diyor. Sonra da tatlı bir anısı oluyor kolu alçıda olan yada sarılı olan birini gördüğünde anlatabilecek. Çıkıkçı istikrarlı bir şekilde yaptığı tedavilerle, ikinci yılın sonunda kolunu eline veriyor çünkü..
Siz bana bakmayın… Spor yapın, ama çok bilmiş tavırlarınızdan vazgeçip kendinizi profesyonellere teslim ederek ve en önemlisi spora başladığınız günden sonra hayatınızın sonuna kadar spor yapmayı kabullenerek.. Eee kolay değil… hem fit olayım, hem sağlıklı, hemde kıvama gelince bırakayım her şeyi. Tıpkı doldurulan deniz gibi kaslarınız da alır intikamını, hemde çok acımasızca.
Sporun sebep olabileceği muhtemel zararları şimdilik birkaç maddeyle sıraladım. Ama faydaları için araştırın en az 20 madde göreceksiniz. Tercih sizin.. :)
Sakın unutmayın haftada bir halı sahada maç yapmak, merdivenleri koşarak çıkmak yada markete yürüyerek gitmek spordan sayılmıyor. En iyisi her akşam alın yanınıza değerli ve beraber laflayabileceğiniz bir dostunuzu yürüyün, belinizden ter akana kadar..

Sözüm sporun anlamını sadece maç seyretmekle eş tutanlara.. Spor yapın tabii.. Ama kafanıza göre takılırsanız bu saydığım zararları yaşamaya hazır olun. Hemde en acımasız halleri ile..
Sağlam kafa sağlam vücuttadır. Siz, olan vücudunuzu da sırf kafanız çalışsın diye heba etmeyin, hor kullanmayın. Çünkü bozulan yada kırılan hiçbir organ hiçbir zaman eski haline dönmüyor.. Önce bilinç sonra spor.. her şeyde olduğu gibi..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...