Sayfalar

29 Mart 2012 Perşembe

Dünden bugüne gelen mim...

Hani olur ya arada bazı günler. Hiç kimseye inandıramazsınız. Ama gerçekten işiniz başınızdan bir hayli aşkındır. Çok istemenize rağmen bir türlü zaman ayıramazsınız sevdiğiniz işlerinize.. İşte ben bu haldeyim. Gelibolu 17 beni mimlemiş, minik mimciğini emanet etmiş ve gitmiş. Şimdi ben o mimciği aldım kucağıma ve mırıldanıyorum kulağına içimden geçenleri. Dinlemek isterseniz buyrun.. :)

Pek de hoşlaşmadığım sorularla gelmiş... Hemde ne sorular. İlk soru şöyle... 


*Hayatınızda ‘artık yok’ dediğiniz şeyler var mı? Eskiden bu yana neler değişti sizce? Neleri özlüyorsunuz peki, neleri yad ediyorsunuz? Ya da aklınıza gelince ‘iyi ki de değişti’ dediğiniz şeyler oluyor mu?


O kadar çok şey, o kadar çok insan var ki. Hepsini saygı ve sevgiyle anıyorum. Ama kimler ve neler olduğunu kendime saklıyorum. İçimden düşünüyorum anlayacağınız. Belki henüz paylaşmak için hazır değilimdir. Özel şeylerin her zaman özel kalması gerektiğini düşünüyorum. Ama illa ki bir nesne dahi olsun yok mu be arkadaş diyorsanız. Ortaokul yıllarında aldığım bir kupam vardı. Sanırım bir on dokuz mayıs gösterisi esnasında vermişlerdi. O günü belgeleyen bir fotoğrafım bile vardı. Ama şimdi ne fotoğrafım ne de kupam var. Ben her on dokuz mayıs sabahı annemi arar ve o kupayla fotoğrafı ısrarla sorarım. Alacağım cevabı bildiğim halde yaparım bunu... 
"Eskiden bu yana neler değişti" Bu bir soru olamaz. Değişmeyen ne kaldı ki.. :)


Neleri özlediğimi aslında ara ara bloğumda yazıyorum. Ama sanırım en çok özlediğim eski mahallem ve mahallemdeki bakkal Yaşar amca... Hatta o mahallemdeki kasetçi, tüpçü. On dördüme girdiğimde hissettiklerim. Kendimce oynadığım aşk oyunlarım. Köşe başında buluşup dondurma yerken hissettiğim heyecanlarım. Hayatımı paylaştığım dostlarım. Mahalle arasında oynadığım oyunlarım. Akşam üstü apartman girişindeki korkulukta oturup yapılan sohbetler. Mahallenin kızlarının hepsinin abisi olma durumları. Tüm mahalleye sahip çıkma sorumluluğu. Aslında şimdilerde göremediğim delikanlı yaşamı özledim galiba. Şimdilerde göremediğim dostluğu özlediğim gibi.. 
Değiştiğine sevindiğim hiç bir şeyi hatırlamıyorum. Çünkü olan her değişim beraberinde bir sürü sıkıntı da getirdi. Bir türlü kavrayamadık değişimin bir gereksinim olduğunu. Bir zorunluluk gibi yapıştı yakamıza ve haliyle de sindiremedik. Hele ki her yıl eğitim sisteminin değiştiği, sağlık anlayışının sorgulandığı. İyilikle kötülüğün sürekli yer değiştirdiği bir ülkede yaşıyorsanız. hangi değişime "iyi ki de olmuş" diyebilirsiniz ki...


İkinci soru...


*Hayatınızda neyin değişmesini isterdiniz? Yeni bir eşya, yeni bir hayat ya da yeni bir icat mı istediğiniz? ‘Hayalimdir…’ dediğiniz bir şey söyler misiniz?

Yeni bir eşya hiç bir zaman hayalim olmadı. Hiç bir eşyamla da aşk yaşamadım. Çılgınca bağlanamadım yani. Hatta arabama bile... Erkekler hep düşkündür ya arabalarına. Bende bu durum hiç bir zaman olmadı, olacağını da sanmıyorum. 
Yeni bir hayat... Bu biraz fazlaca fantastik. Eğer ben şekillendireceksem belki. Ama yok hayatın bana dayattıkları ile yaşayacaksam yeni bir hayatı neden isteyim ki.. 
Yeni bir icat için düşünmeme gerek olduğunu sanmıyorum. Teknolojiye zaten yetişemiyorum... :) 
Ama hayal söz konusu olunca işte orda durmak lazım...
Küçük çocukken hemen her çocuk gibi astronot olmaktı derdim. Sonra bu hayalimin çok ütopik olduğunu anlayınca pilotluğa da razı oldum. Biraz daha büyüyüp pilotluk şoförlük gibi gelmeye başlayınca, benim asıl hayalimin uçmak olduğunu anlayıp kanatlandım.. :) Kuş gibi olmasa da uçabildim ve arada bir de olsa uçmaya devam ediyorum.. :)

Büyüyüp adam olduğumu sandığım zamanlar, ülkemin güzelliklerini keşfetmeye başladım. Bu güzelliklere sahip çıkma adına bir şeyler yapmalıyım dedim kendimce. Asıl işimden arta kalan her zamanımda attım kendimi doğanın kucağına. Doğa beni içinden attıkça ben girdim. Her türlü havanın bir güzelliği olabileceğini keşfettim. Temiz havaya, yeşilliklere ve hatta ateşin çıkardığı çıtırtıya bağlandım. Geceleri gökyüzünde yıldızların hep var olduğunu insanlara anlatmaya başladım. Yaşadıkça, öğrendikçe daha çok şey öğrenmem gerektiğini anladım. Hayatın gerçek anlamda doğadaki dengenin üstünde döndüğünü anlayıp anlattım. Gerçek dünyanın hemen yanı başımızda yükselen ormanın derinliklerinde olduğunu gördüm ve yeşil alanların, derelerin, tepelerin sadece mangal yakmak için var olmaması gerektiğini anlatmaya çalıştım, apartmanın otuz beşinci katından bakarak gördüğü bina yığınlarının manzara olduğunu sanan insanlara...

Bugünlerdeki tek hayalim... Evimden dışarı çıktığımda beni kazıklamak için uğraşmayan bir esnaf görmek, benden nefret edercesine bana bakmayan bir memur görmek. İşim düşüp te gitmek zorunda olduğum kamu kurum ve kuruluşlarındaki insanların her gün aynı işi yapmaktan bıktıklarını dinlememek ve bu insanların bütün bu yaşadıklarından beni sorumlu tutmamalarını sağlamak. Yani özetle.. Adam olmayı düşünen ve olan biten her şeyin farkında olan bir toplumda yaşadığımı bilmek... 

Sevgili Gelibolu 17... Biraz geç kaldım biliyorum ama nur topu gibi mimine baktım, besledim, okutup adam etmeye bile çalıştım. Ödevlerine de yardımcı oldum. Arada biraz dağlara da götürdüm. Bana çok alıştı ama artık ayrılık zamanı geldi. Şimdi biraz daha büyümüş ve özgürce yaşayacak duruma geldiğinden onu özgür bıraktım. Arada sana da uğrar. Ama artık tek başına yaşayacak gücü var... 
Sevgilerimle... :)

16 Mart 2012 Cuma

Yaşamak için yaşamak...

Yaş 58

Geçen günlere bakmaksızın geçen bir hayat. Ne vakit yanaşılmış atmışa bilen yok. Gören de.. Kendini bilmeye başlayınca okul günleri, büyüdükçe gelen sorumluluklar. iş hayatı, arada evlilik. Bolca hüzün, dert, faturalar..
Çoluk çocuk derken yitip giden bir ömür. Yapmak istenen etkinlikler, gitmek istenen yerler. Hep isteklerde, hayallerde kalmış. Hayalden öte olmamış rahat geçirilen günler. Rüyalar bile siyah beyaz yaşanmış. Hep bir hesap verilerek gelinmiş bu günlere. Yanlışlarından ders çıkarmaya zamanı bile olmamış. Yüzüne yüzüne vurulmuş yaptığı tüm terslikler.

Şimdi yatağının bir köşesinde bekleşen çocuklar, torunlar...

Ama yok ölmek. yaşanacak onca şey varken yaşamak gerek...

Bunca yıl yaşanırken hissedilmeyen, ihmal edilen, unutulan tüm tatlara bakmak gerek.

Ama çok geç... Olan olmuş ve tüm vücut bitmiş... Yaşandığını sanılarak tüketilen bir hayat, son nefesini vermiş...

Zamanı geri sarabilsek fazla değil yirmi yıl öncesine gitsek. Karşılaştığımız zaman sorsak bu adamcağıza bize ne söylerdi dersiniz. Bir bir sıralardı dertlerini, uğraşlarını, "ekmeğimin derdindeyim" derdi. Bilseydi ömrünün yirmi yılında hep aynı duygular için yaşayıp aynı ekmeği yiyeceğini ve en sonunda karanlık bir odada ölümü bekleyen insanların içinde ölüp gideceğini. Bırakır mıydı işini gücünü, kaçar mıydı gerçeklerden? Tabii ki hayır..

Ama bir fark var...

Hayatın içindeki başkalıkları da görmek gerek yoğun iş ortamında. Bazen gözü karartmak koşmak ve ulaşmak için çabalamak, bazen de oluruna bırakmak gerek. Uğruna boğuştuğumuz, ulaşmak için yırtındığımız değerlerin ulaştıktan sonra değersizleştiğini görmektense o an için istediklerimizi yaparak anlık mutluluklarla var olmak her zaman daha hayırlı olacaktır. Sonra zamana kızmamak için en azından...

Yaşarken yaratmalı insan gerçek dünyasını. Ne istediğini ortaya koymalı ve asla fakir felsefesi yapmamalı. Boşuna dememişler "gönlü zengin olan adamın zenginliği paha biçilemez" diye. Tam da böyle değildi ama ima edilen buydu..

İsteklerini erteleyenler bilmeliler ki... O istekleri için zaman bulduklarında, yeterli enerjiyi bulamayacaklar. Ya da o anki heyecanlarının yarısı bile olmayacak... Hayatın anlamsızlığını ve geçen zamanın acımasızlığını anlatırken bulacaklar kendilerini bir köşede...

Yaşamak için nefes almak yerine nefes alıyorken yaşamayı denemek gerek... Hemde ciğerlerinizi yakana kadar... Yoksa yaş yetmişe dayandınız dayanacaksınız...

Yaşamak için yaşamak gerek bir kar tanesi güzelliğinde...

13 Mart 2012 Salı

Yaşamalı her şeye rağmen...

Nefret nasıl bir duygudur?
Sevgiden hemen önce yada sonraki midir?
Sevmek teslim olup peşinden gitmek midir varoluş sebebinin. Yoksa kararmak mıdır tamamen?
Bağrış çağrışların ardından atılan şuh kahkahalar mıdır duygusallık?

Duygu denen şey nedir?

Kolay olması gereken her şey aslında en zor olan olmuştur hep. Kolay olan yaşamaktır ötesi malzemedir sadece.
Ama biz malzemelerle boğuşarak aslından uzaklaşırız. Anlık heyecanlar, anlık haykırışlar belirler mutluluklarımızı da başarımızı da. Karar veremeyiz gerçek kimliğimize bürünebilmek için gelen zamanın doğru olduğuna. İstedikleri gibi oluruz farkında olmadan sevdiğimizi sandığımız kişilerin. Ama sevgi midir yoksa nefret mi bizi istemediğimiz şeyi yapmaya zorlayan hiç bilemeyiz.

Hissedilenlerin öncesi yada sonrası belirleyici olur hep. Nefret sevgiye, sevgi aşka, aşk tekrar nefrete dönüşene kadar devam eder bu kısır döngü. Sonra da yaşadığımızı sanar dururuz saçmalıklar dünyasındaki duygusal karmaşıklıklarda. Bunun adını da koyamayız bir türlü. Hissedilen duygunun değişim sürecini durduramayız çünkü. Nefretten aşka dönüşen duyguların şaşkınlığında yada aşktan nefrete dönüşen kara sevdanın boşluğunda kalırız. Çözemeyiz hayatın götürdüklerini.

Öyleyse nedir ki sevmek, sevilmek, dost olmak, arkadaş olmak ve hatta adam olmak.....

Ölmek, yok olmaksa hepsinin ulaştığı nihayet.. Nerede yaşanımıştı duygular hisler, nasıl başlamış nasıl bitmişti ilişkiler. Haklı olan kim, haksız olan kimdi? Ne için bütün bu çırpınışlar, kendini haklı görüp ispatlama ihtiyaçları? Ne için hayatın içindeki seni görmemezlikten gelerek görünmesini istediğin bir sen yaratma çabası...

Her uyanış bir yenilikse, her gülümseme bir huzur ve her ağlayış ta bir hüzünse. Diğer yaşanılanların adı nedir?
Hepsini bir an için yaşamak ve bir an için yok sayabilmek hayatı çözmüş olmak için yeter midir?

Her şey bir erkek ve bir kadınsa... O zaman sonsuz huzursuzluklarda mutluluk aramanın anlamsızlığını da sırtımıza almak gerek. Sırtlanmalı acılarla geçen sancılı günleri. Sırtlanmalı her gürültünün ardından gelen kahkahaların yürek acıtan çınlamalarını. Katlanmalı üzülüp kahrolan erkeği avutmaya çalışan kadının zaferine...
Yaşamalı her şeye rağmen... Gün doğmadan doğacakları hesaplayarak. Hemde en hesapsızından...

7 Mart 2012 Çarşamba

Gülümseyen ayna...

Şimdi sizinle küçük bir deneme yapmak istiyorum. Belki daha önce deneyen yada düşünen de olmuştur. Hiç bir fikrim yok. Traş olurken geldi aklıma. Sonra birkaç gün daha üstünde çalıştım ve bir sonuca ulaştım. O sonucu sizinle paylaşmadan önce yapmanızı istediğim şeyler var ama..

Hazır mısınız?

Öncelikle evinizde bir boy aynası olmalı. Yarım boy da olabilir. Boydan olsa daha iyi olur ama yoksa da yapacak bir şey yok.

Oturduğunuz yerde canınızı sıkacak bir konuyu ya da birini düşünmeye başlayın. (çok zor olmasa gerek) Düşündükçe canınızın sıkıntısı artacak, yüzünüz düşmeye başlayacaktır.
Suratınızın halini hiç bozmadan, oturduğunuz yerden kalkın ve aynanın karşısına gidin. Gülümseyerek bakın aynaya. Gülümseyen yansımanızı görün mutlaka. Sonra gidin aynı yere oturun ve az önce düşündüklerinizi düşünmeye devam edin. Kısa bir müddet sonra, tekrar aynanın karşısına giderek gülümseyerek bakın ve gene yerinize oturun.

Neler değişti?

Şimdi bir de tam tersini yapalım. Kendinizi eğlenceli ortamlarda düşünün veya mutlu bir anınızda deneyin. Aynanın karşısına geçin ve asık suratlı halinize bakın. Bir defa yeterli bunun için.

Denediniz mi?

Deneyin ve sonuçlarını paylaşın.

Göreceksiniz ki...

İlk durumda aynaya gülümseyerek baktıkça düşündüğünüz tüm olumsuzlukların içinde olumlu taraflar da olabileceğini görmeye başlayacaksınız. Nefret ettiğinizi düşündüğünüz kişilerin aslında nefret edilecek değil yanlış anlaşılmış kişiler olduğunu ve çok kızdığınız olayları aslında çok abarttığınızı anlamaya başlayacaksınız. Hayatın içinde ki gülümseyen tarafınızı gördükçe sizde onunla beraber gülümseyeceksiniz.

Çok mutlu olduğunuz zamanlar da içinizdeki kötülüğü gördükçe mutluluğunuzu gölgeleyeceksiniz. Ama mutluluktan çok daha hızlı sıyrılacaksınız. Hani derler ya "çok güldük, bunun sonu ağlamak" diye. Bu laf hangi ortamda ne zaman söylense kahkahalar yavaş yavaş kaybolur gider. Mutlaka bir densiz mutluluğun sonuna bir huzursuzluk sokuverir çünkü..

Mutlu olmak da hüzünlenerek yaşamak da bize aynadaki yansımamız kadar yakın aslında. Hüznü huzura çevirmek için sadece hissetmek yeterli değildir. Görmek gerekir gülümseyen tarafı. Hissetmek gerekir gülerken yayılan enerjiyi. Hayat zaten iki duygu arasında verilen kararların bir sonucu değil midir...

Huzurlu ve mutlu günlere...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...