Sayfalar

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Işık sönmeden...

Gün olur, göç eden leylekler geldikleri yerlere bir daha geri dönmezler. Gün olur biten her şey yeniden başlar ve gün olur gidenin arkasından bakmadan dönüp geldiğini görürsünüz. Pişman olmadan, üzülmeden yaşarsınız. Yaşarsınız çünkü gün gelecek ve yaşadıklarınız yanınıza kâr kalacak bilirsiniz.

Işık söner bir gün aniden. Şerit gibi geçmeye başlar hayat. İşte o an... Yaşadıklarınızın ardından hayallerinizde sıralanır. Hep ulaşamayacağınızı düşündüğünüz ama aslında ulaşmak için çabalamadan geçen zamanın akışına bıraktığınız hayalleriniz. Son bir tebessümle bakarsınız sadece. Beyninizdeki ışık son enerjisini de kullanarak hatırlatmıştır size yapamadıklarınızı ve o son anlar belki bir tebessüm olarak belirecektir yüzünüzde. Geride kalanlara huzurlu bir mesaj bırakma adına küçük bir gülümseme işte. Hepsi bu...

Gidenler mutlaka geride kalanlara anlatırlar bir şeyler. Hele ki erken gidenler hemen gidemezler, sevdiklerini terk edemezler.  Dokunurlar ulaşamadıkları hayallerine  ve fısıldarlar bir şekilde bıraktıklarının kulağına...

Görürüz hep birlikte kısacık hayatın anlamını ve bir kez daha bakarız ardımıza, geldiğimiz yolun kısalığını anlamak için... Sonra bir hüzün sırtlanırız hep birlikte ve anılarında kayboluruz gidenin..

Oysa giderken demiştir aslında... "Hayat yaşamak içinse, yaşayabildiğin kadar mutluluklarınla yaşa. Hesap vereceğin yaşadığın dünyada değil çünkü..."

Mutluluklar ne midir?

Hissettiğin her anı hissettiğin gibi yaşayabilmektir. Hiç kimseyi düşünmeden ve hiç kimseyi dinlemeden. Hayat yaşansın diye var...

Kimileri her anını yaşarken kimileri "yaşamalıyım" diyerek yok olur gider.

Bugün resmen öldü dediler... Çok özel bir insandı. Küçücük heyecanları ile yaşıyordu. Kendince doğruları vardı ve onlarla mutluydu ama hep erteliyordu bir şeyleri. Bilemezdi ki bir gün aniden her şey bitecek ve ışık sönecek. Bugün son umut ışığı da söndü ve resmen kısacık hayatı son buldu. Hayalleri ile, umutları ile ve o küçük heyecanları ile uçtu gitti... Yaşarken olmadı, gerçekleştiremedi hayallerini ve umuyorum ertelediği her şey gerçekleştirebileceği yeni yerlerde hayat bulacak.

Rahat uyu güzel kız. Beni duyamayacaksın ve uzun zamandır da duymadın ama bilmelisin ki yaşadığın küçücük anların değerini bilenler hep var olacak buralarda... Umarım gittiğin yerde çok sevdiğin şirine gibi hep gülersin...

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Brütüs'ler her yerde...

Eskiler hep der. "Anlamıyorsan anlamıyorsundur. Ya zorlama ya da anlamış gibi yap geç." diye. Yani ey insanoğlu neden uğraşıp durursun senin için hiçbir faydası olmayacak işleri anlamak için. Anlamıyorsan bırak oluruna. Ama yok anlaman gerekiyorsa hafifçe başını aşağı yukarı sallayarak onaylamış gibi yap. Bak neler olacak. Sen anla diye yırtınan arkadaş senin o kafa hareketini görünce daha bir coşacak, daha bir heyecanlanacak. Kattıkça katacak, uçtukça uçacak. Sonra sen de hiçbişey anlamadan o coşkuya katılacaksın ve en sonunda ortalık alkış kıyamet...

İşte o eskilerin dediği bişey daha var dı. "Dalkavukluk kafa sallamayla başlar alkışla zirve yapar." Öyle bir hal alırki fark edemeden biat eden ve peşinden giden adam oluverirsin. Kölelik dediğin de nedir ki zaten. Yeniler buna sürü psikolojisi diyor ama eskiden bu tip hareketin adı koyun zihniyeti idi.

Peki nerede biter bu yalakalık?? İşte durum burada renkleniyor. Okuyanlar, takip edenler çok iyi bilirler ki, liderler yalnız adamlardır ve eğer iktidardayken ölmezlerse genelde yalnız ölürler. Çünkü öyle bir an gelmiştir ve o koca hanedanlık ellerinden kayıvermiştir. İşte o an o kafa sallayanlar en acımasız sorgulayan olurlar ve ilk işleri terk etmektir gemiyi. Çünkü artık koyunluktan vazgeçip birer fare olmuşlardır.  Kafa sallayanların yumruk sallayıp tehdit savurdukları koyun olmayı beceremeyenler ne yapar biliyor musunuz? En önde dururlar safa... Düşene tekme atmayı bilmediklerinden. Çünkü onlar insanı gerçekten insan olduğu için ve hep kullanılan laftaki gibi ihtiyaçtan değil hiç olmazsa yaradandan ötürü severler...

Ne de olsa aynı sudan içip aynı ekmeği bölüpte yemiştik. Aynı toprakta yeşermiş aynı havayı solumuştuk. En azından çocukken hep aynı şeye gülerdik aynı duyguları yaşar aynı doğrular için savaşırdık. Ne oldu da sonradan doğrularımız yanlış oldu. Birbirimizi hiç dinleyemez, anlayamaz olduk. Kim, bu kadar güçlü başlayan birlikteliği, paylaşan, yardımlaşan çocukları büyüdükçe kopardı birbirinden. Nasıl oldu da ayrı dünyalara, ayrı fikirlere teslim olup beraber mahalle bakkalından veresiye çikolata gazoz alıp paylaştığımız kardeşlerimizle düşman olduk. Nasıl oldu da aynı dinin çocuklarıyken şimdi birbirimizi dinsizlikle suçlayıp saldırır olduk. Nasıl oldu da başörtülü kızlarımız "benim başörtülü kızım" olurken başı açıkları yok saydık. Kim bizi bu hale sürükledi. Ve biz bütün bunlara neden izin verdik...

Buna biz izin vermedik ama yalakalıkla yükselenleri durduramadık. Onların maskesini düşüremedik.Şimdiler de o kadar çoklar ki. Onların yüzünden konuşan da hiç susmuyor ve hiç düşünmüyor. Onayı aldıkça gözü de kör oluyor. Onlar kafa sallayıp onayladıkça sanıyor ki hep haklı ve hep doğru laflar ediyor...  Kandırıldıkça en doğruya ulaştığını sanıyor. Zavallı... Bir gün etrafındakiler fareye dönüşünce "sende mi Brütüs" diyecek biri olacak mı dersiniz...

Eskiler bişey demişse bir bildikleri vardır elbet ama şimdi anlayıp sorgulama vakti. Araştırıp doğruya ulaşma ve kafa sallayanların maskesini düşürme vakti. Anlamadığını anlatanlara tekrar tekrar anlattırıp kendinin de anlamasını sağlama vakti. Şimdi, eski mahalle bakkalına gidip veresiye defterini kapatma vakti... Ve artık yeniden aynı plastik top peşinden koşturup sadece büyümeyi bekleme vakti. Ülkemin emin ellerde olduğunu bilerek yaşamak ve akşamları gün batımında yeni doğacak güne tebessümle hazırlanma vakti... Zor biliyorum ama kolay yoldan gitmek Brütüs'lerin işi...







13 Temmuz 2013 Cumartesi

Sabrın sonu...

Sabırla bekle olucak bu iş... Sabırlı ol gelecek.. Sabret dostum sayılı gün çabuk geçer... Sabreden derviş.....

Hayat kısa be dostlar. Sabret sabret nereye kadar. Nereye gitsek, nereye baksak, hangi işi kovalasak bir sabrettir gidiyor. Kesilen cezayı ve hatta vergi borcunu öderken bile sabrediyorsunuz. Kapı kapı dolaşıp halimize gülüyoruz. Her kapıda sürekli fırçayı yiyoruz ama mutlaka biri kolunuza giriyor ve.. "sakin ol!".. Biraz sonra gene bir suratsızdan azar ve gene bir sabır taşı eteğinizden yapışıp "sabret!!" diyiveriyor. Nedir bu sabır işi anlayamıyorum ki. Neden hep ben sabretmeliyim çözemedim bir türlü.

Önce ufaktık anlayamadık. Hadi o zamanlar bağımlıydık kim ne derse o yöne yuvarlandık. Hop ergenlikteyiz. Sabrederek sivilceleri iyileştirdik. Lisede fizik hocasınınn kaprislerine sabredelim derken fiziğin sadece f=m*a formülünden ibaret olduğunu sandık. Üniversitede aşka düşelim dedik karşı cinsin kaprislerine sabrettik. Hoş sabrettikte ne oldu o da ayrı ya. Askere gittik sabretmenin zirvesi neymiş sindirerek bi güzel anladık. O bitsin bu geçsin derken olduk mu 30.. İşe başladıktan sonrası zaten hep sabır oldu. Sanki hayata sabretmeye gelmişiz gibi olur olmaz herşeye sabrettik. Ama işin tuhafı sabrettikçe sonu gelmese de sabretmekten vazgeçemedik. Olsun dedik "ya tutarsa"...

Ama tutmadı be usta... Sabır denen şey geçen zamanın acı veren kısmını hissetmeden tatlı tarafına ulaşmak için kendimizi kandırmaktan başka bişey değilmiş anladık sabrede sabrede. Meğer biz sabır gösterdikçe kaybediyormuşuz benliğimizi. Biz sabrettikçe geçen zamanın peşine takılanlar alıp başını gitmiş. Biz zamanla geçer derken zaman zaten geçmiş ve bir daha yaşanmamak üzere duygular da yok olmuş. Biz sabrederken hayat avucumuzdan kayıp gitmiş. Giderken bize sadece hayıflanacak duygu kırıntıları bırakmış. Baharlar geçmiş, açan tomurcuğun tazeliğindeki muhteşem güzelliği göremeden kuruyan yaprakların hışırtısını güzel sanar olmuşuz. Biz sabrettikçe birileri bizi hep akıllı sanmış. Ama biz sabrettikçe delirmişiz...

Şimdi gene sabrediyorum. Anlatmaktan yorulan zihnimle beraber sabrediyorum son kez. Sonra ne mi olacak??... "Delidir ne yapsa yeridir" diyeceksiniz... Bu sefer sabreden siz olacaksınız özetle... :)


2 Temmuz 2013 Salı

Taksim...

Taksim'deydim dün. Bi uğradım, dolaştım her köşesini. Öyle abartmışım ki Sirkeci'ye kadar yürüdüm. Beyoğlu'ndan Galata'ya doğru giderken biraz hüzünlendim arada düşündüm. Sonra Karaköy'den hızlıca geçtim. Köprüde balık avlayanların bitmeyen heyecanına ortak oldum. Bitiremediler ya  Haliç'in balığını her gün yüzlerce balıkçı... Ne Haliç'miş be arkadaş.

Ama Taksim bir başkaydı. Heryer insan doluydu yine ama sanki enerjisini kaybetmişti. Yenilmiş, küsmüştü biraz. Yine her köşesinde anketörler yanlarından geçen alımlı genç kızlara yalvarır gözlerle bakarken, kibirli kızlarımız yüzlerine bile bakmadan geçip gidiyordu, köşe başını tutan sazcılar vuruyordu sazının tellerine, bir sokağından kahve kokusu gelirken diğer sokağından fırından yeni çıkıp şerbetlenmiş tatlının kokusu da geliyordu hala. Çiçek pasajına doğru yanaştıkça alkol kokusu kaplıyordu ortalığı ve meraklı turistler her yerdeydi.. Ama.. Bir şeyler eksikti Taksim'de. Eski yüzler yoktu sanki. Yeni yüzler yeni bakışlar gelmişti. Atatürk anıtının hemen karşısında polis özerk bölgesi oluşturulmuştu. Önde polis barikatı, arkasında çelik kafesli araçlar ve araçların arasında bezgin ve bıkkın çevik kuvvet. En ilginç olanı da, polislerle hatıra fotoğrafı çektirmek için sıraya girmiş insanlar...

Esnaf eski süksesini kaybetmiş, bazı kepenkler bir daha açılmamak üzere kapatılmıştı.Gülmüyordu Taksim. Eğlenceli de değildi. Kalabalıkların içindeki huzursuz adamı görüyordunuz hep. Tamam her şey bitmişti sanki ama yarım kalan bir şeyler var gibiydi. Sanki atılan taş kendi başını yarmıştı.

Gezi parkı hala kapalıydı ve bir çok iş makinesi hummalı bir şekilde çalışıyordu. Ortalıkta ne yapıldığını yazan bir tabela da göremedim. Taksim meydanı boydan boya betonlanmış ve hala taze beton dökülüyordu. Bilemedim birden.. eski hali canlandı gözümde. Daha sempatik geldi. Aslında belki hiçbişey değişmemişti. 30 gün önce neyse hala oydu görüntüde ama yok diyordu meydanlar, caddeler, kafeler... Bir daha asla eskisi gibi gülemeyeceğim. Daha bir süslü olsam da bir daha asla eskisi gibi sükseli olamayacağım. Daha bir albenili olsam da eskisi gibi çekici de olamayacağım diyordu her bir köşesi...

Öyle bir geçtim Taksim'den ama dostlar halini hiç iyi göremedim. Muhtaçtı bir şeylere, ağlıyordu sanki sessizce. Taksim artık Taksim değildi. Belki biraz Kadıköy, biraz Kızılay ve az bişey de Konak'tı ama bir daha asla Beyoğlu Pera olamayacak gibiydi. Taksim sanırım bu değişimin farkındaydı ki hiç sempatik görünemedi bana...

Sonra Sirkeci'den baktım Galata kulesine doğru. Tarih dedim, yaşandıkça nasıl da tekerrür ediyorsun ısrarla...


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...