Sayfalar

30 Aralık 2011 Cuma

Mutlu olun...

1983-2011..
Biten her yılın en çok konuşulan olayı tam 28 yıldır terör...
Böyle bir ülkede gelecek yıldan güzel şeyler beklemek ne kadar doğru olabilir ki...
Sadece mutlu olun der başka da bir şey yapamayız...

27 Aralık 2011 Salı

Bazen hiç bir şey olmalıyız...

Şimdi yazacaklarım beni anlatmıyor benim gözümle başkasını, başkalarını anlatıyorum. Beni yazdıklarımdan dolayı çeşitli kılıklara sokmayasınız diye söylüyorum. :)

Beyoğlu'nu bilirsiniz. 24 saat insanın eksik olmadığı mekanları, sürekli insan akan ana caddesi, kahve kokan ara sokakları. (Arada karışan başka kokular da var ama girmeyelim şimdi o mevzulara. ) Dolaşırken oralarda sanki herkesin bir acelesi vardır, herkes bir yerlere yetişiyormuş gibi düşünürsünüz. Oysa acelesi olan belki hiç kimse yoktur ve hatta hiç kimsenin acil yapılacak bir işi de yoktur. Ama öyledir işte oralar. Her türden insan vardır, iyisi, kötüsü, huylusu, arsızı, yumuşağı, ukalası, çok bilmişi...

İnsan okulu gibidir o cadde. Okumayı bilen caddenin bir başından girip Galatasaray lisesinin köşesinden dünyanın ilk metrosuna, tünele geldiğinde insan sarrafı olmuş olur. Ama kınayan, nefret eden, ayıplayan gözlerle bakmamak şartı ile.

Çok merak uyandırır İstanbul'a gelen herkeste. Sonrasında "bu muymuş" der ama döndüğünde ilk anlattığı yerdir oysa. Alışveriş yapmak için belki de en son tercih edilecek yer gibi görünür ama işini bilene alınacak çok ucuz ve kaliteli malzemeler sunulur o mum kokan pasajlarda..

Bir zamanlar, trafiğe açık olduğu zamanlar, hava kararmaya yüz tutmuşken terk edilirdi oralar. Tutunmak ta bir yerlerde oturmak ta zor olurdu. Uzun kuyruklu arabalar dizilirlerdi peş peşe. Mini ama çok mini etekli abla görünümlü özünde abi olanlar doluşurlardı o arabalara birer ikişer. Gidilirdi karanlık caddede bir yerlere belki de dönmemek üzere... Hemen her arabanın sağ camında belinden bükülerek kafasını arabanın camından içeri sokup konuşmaya çalışan ablalar! olurdu. Bazen sertçe kapı kapatılırdı, bazen hoş gülüşmeler eşliğinde uzaklaşılırdı o arabadan. Ama hava karardığında hepsi bir araba koltuğuna yerleşmiş olurdu...

Sonra Beyoğlu trafiğe kapandı.. Ara sokaklar dışında her taraf yeniden insanların gezip dolaşması için hizmete açıldı. Doldukça şenlendi.. O ablalar akşam saatinde görünmez oldular. Hepsi birden kayboldu. Hepsi birden ya bindikleri arabadan inmediler ya da bilinmeyen mekanlarda yeniden yeşerdiler.

Uzun kuyruklu arabalar da teker teker kayboldu. Önceleri Kadıköy - Aksaray taksi dolmuşu oldular. Şimdilerde antika araba rolündeler.. Siyah beyaz yaşanan günlerdi o günler. Çoğunlukla da gri..

Bir ara, o sokakta bir akşamüstü.. Kahve içiyorum, tabure üstünde, kahvesini ve sunuşunu çok sevdiğim bir mekanda. Hava çok soğuk değil ama serince. Laflıyoruz karşılıklı arkadaşımla... Hatta eski Beyoğlu'nu anlatıyor arkadaşım, eski anıları canlanmış gözünde. Birazda duygu yüklü. Kahvedendir belki ama mekanda çalan müziğin etkisi de çok..

Birden tarihte bir bükülme, geriye doğru bir seyahat  etmiş gibi oluyorum. Gözümün önünden yıllar önceki mini etekli abla görünümlü abilerin geçtiğini görüyorum. Ama arabaya yanaşmıyorlar. Kahveciye seslenip sipariş veriyorlar ve yanaşıyorlar tam benim yanımdaki masaya... O minicik etekle tabureye oturmak zor iş olacağından oturmaya çalışırken ayağıma basıyor. Gülümseyerek kenara çekiliyorum ama çekilirken masaya çarpıyorum. Kahve fincanım üstüme düşüyor ve içindeki kahveler onun eteğine sıçrıyor.

Özür vesaire faslını geçiyorum. Hep beraber yandaki masaya geçiyoruz. Evet hep beraber. İçimdeki sesleri anlatamam size. Ama tekliflerini red etmek kabalık olur diye düşündük işte o an için.

Anlatıyor bana bütün hayatını. Yaşı da epey ilerlemiş. Bir alacak tahsili için gelmişler oralara. Ben utana sıkıla onları nasıl gördüğümü anlatıyorum bütün yüzsüzlüğümü takınarak. Ama o bunları duymaktan rahatsız olmuyor hiç. Hatta teşekkür ediyor sürekli. Arada bir duygulanıyor. Biraz daha oturduktan sonra kalkıp gidiyorlar. Arkalarından bakarken, geçmişten bu güne geliveriyorum bir çırpıda. Kafamda hep saçma yerlerde olan biriyle oturmak ve konuşmak. Ne tuhaftı diye bakıyorum arkadaşımın yüzüne. Beni belki de yıllardır sahip olduğum bir önyargıdan çıkarıp alan bir diyalog oluyor. Hayal gibi, rüya gibi. O an o kahvecide önyargılarımı sorguluyorum. Belki de diyorum... Dersimi alıyorum...

Hani vardır ya hepimizin içinde bir köşesinde bir sıkıntı bir dert. Evde otururken, televizyon izlerken, kitap okurken yada her zaman yaptığınız işi yaparken kurtaramazsınız kendinizi o dertten. Rastlantısal karşılaşmalardan sinirlenmek yerine bu durumdan faydalanmak varken. Hep sinirleniriz ya.  Sinirlenmemeliyiz. Birileri bize zarar verince hep saldırganlaşırız ya. Saldırmamalıyız. Hayatın içindeki renkleri görmezden gelip tek düze yaşamaya mecbur kalırız ya. Mecbur kalmamalıyız. Bir işi yaparken sıkıldığımız halde ne olursa olsun bitirmeye çalışırız ya. Çalışmamalıyız. Sorumluluk duygusu içinde insanları sorgularız ya. Sorgulamamalıyız. Kötü gördüğümüz şeyleri hiç bir zaman iyi algılayamayız ya. Algılamaya çalışmalıyız.... O dert dedikleriniz şeyleri belki de göndermenin yegane şekli budur...

Kendimizle ilgili en çok bildiğimizi sandıklarımız belki de hiç bilmediklerimizdir.

Etrafımızı algılarken onların da bizi algılamasına izin vermeliyiz. Hayatın içinde ama gerçekten içinde olmalı ve biz olmayı becerebilmeliyiz. Ben ve saz arkadaşlarım değil, "biz" olmalıyız sadece...

Her zaman bir şey olmaya çalışmak yerine bazen hiç bir şey olmalıyız.

22 Aralık 2011 Perşembe

Bir köşesindeyim hayatın....

Pek bir tuhaf hallerdeyim. Karışık, karmakarışık. İçinden çıkılmaz değil ama döndüğü zaman arakası bilinmeyen bir dönemeç. Biraz hüzün, biraz merak, biraz da boşluk. Karıştırmışım hepsini çıktısının ne olacağını bilemeden bekliyorum. Saçmalıyorum önce ama sonra gülüyorum. Duş alırken şarkı söylemiyorum, yüksek sesle konuşuyorum. Aynaya yanaşıp eğiliyorum aksime. Kötü bakıyorum. Sinirli bakıyorum. Sonra aklıma ilk geleni söyleyip uzaklaşıyorum. Yolda yürürken bile kimseyi görmüyorum, öylesine bomboş bakınıyorum. Hiç olmadığım kadar tuhaf hallerdeyim. Bunun sebebini ben biliyorum ama size söyleyemiyorum. Söylemek te istemiyorum zaten. Anlatıyorum sadece zor bir kararın eşiğindeki adamın hallerini. Anlatıyorum içimdeki benin bana söylediklerini...

Zamanın geçerken usulca, ardına bakmadan kayboluşuna dalıyorum bazen. O geçip gidiyor ama ben hala aynı yerde yerimde sayıyorum. Yıllar önce ne idiysem hala oyum. Yıllar sonra da bugünkü ben olacağım biliyorum.
Değişen mekanlar, insanlar oluyor.. Ben hep aynıyım. Aynı olmamalıyım ama değişmek te istemiyorum. Hayatı algılama şeklimi belki de değiştirmek istiyorum. Güvenmek istiyorum birilerine. Sevmek istiyorum herkesleri. Hep kaybeden değil, çoğunlukla kazanan ama eğilmeden kazanan olmak istiyorum. Biliyorum mümkün olmadığını ama olsun ben öylesini istiyorum...

Yeniden başlamak istiyorum bir şeylere. Yeniden başlamak istiyorum hayatın yaşayamadığım bölümüne. Yeniden başlamak istiyorum kendim olarak... Yeniden başlamak istiyorum beni bugünlere sürükleyen zamandan intikam alırcasına. Geçip giden günlerime acımadan başlamak istiyorum bir yerlerinden yaşanmışlıklarımın...

Her sabah taze güneşe uyanıp akşam batan güneşe hüzünlenmek, hayatın içindeki duyguları tüm saflığı ile yaşamak istiyorum.. İçimde bir yerlerde hissetmek istiyorum pır pır eden heyecanımı. Uzanıp dokunmak istiyorum gülücüklerine. Silmek, durdurmak istiyorum akan yaşlarını. Hüzün olacaksa sonrasında tebessümle birlikte olsun istiyorum. Uzanıp yatmak istiyorum sıcaklığında. Hissetmek istiyorum kokusunu, nefes nefese..

Zor biliyorum ama aslında ben sadece gülen gözlerle bakmayı bilen, etrafına güven veren insanları görmek istiyorum. Üç kuruşa tamah etmeyen, dostluğun anlamını bilen dostlar görmek istiyorum. Egolarını yenmeyi başarmış insanlarla zamanın karşısında durmayı, hep birlikte mücadele edip en sonunda kazanmış olmayı arzuluyorum. Hem de hiç eğilmeden...

Çok şey mi istiyorum... ?

14 Aralık 2011 Çarşamba

Tam bir yıldır buralardayım...

Sigara içtiğim zamanlardı. Soğuk ama açık bir hava vardı. Sigaramdan derin nefesler çekerek oturmuş bir köşede ağaçları seyrediyordum. Yok bunalımlı bir günümde değildim. Oturuyordum sadece. Yanıma bir dost yaklaştı. Oturdu yaktı sigarasını. Öylece oturduk konuşmadan. Sigaralarımız bitince kalkıp yürümeye başladık bu arada havadan sudan sohbet edip gülüşmeye başlamıştık bile. Sohbet ederken gülümseyecek bir şey mutlaka bulurum. :) Sonra nasıl olduysa konu dönüp dolaşıp yazmaya, çizmeye, okumaya geldi. Bir yerlerde yazdığından bahsetti. Sen de denemelisin dedi. Aynı günün akşamı inceledim siteyi. Telefondan uzun uzun benim gibi teknolojik bilgiye çok da girmeyi becerememiş bir adama bu işin nasıl olacağını anlattı. Oldu. Benimde düşüncelerimi haykırabileceğim bir ortamım oldu. İlk olarak Yazmak lazım diyerek işe koyuldum. 14 Aralık 2010'da.. Bana yön veren arkadaşım Kalemzade Kamil'den başkası değildi...

Tam bir yıl oldu. Bir çok konuya değindim. Bazen belki saçmaladım, bazen sinirlendim ve hatta belki de sinirlendirdim. Güzel insanlar tanıdım. Tartıştım, eğlendim, üzüldüm.. İlginç ama sadece yazarak ve okuyarak bir çok duyguyu yaşadım. Okuduğum konularda bir fikrim varsa söyledim. Kimi zaman yazdığım konularla ilgili hakaretlere bile maruz kaldım. Hiç kimseye kızmadım. Beni anlamaları için uğraştım. Bütün bunları yaparken belki biraz kırıcı da oldum ama hiç birinde karşımdakini küçük düşürmeyi ya da zor durumda bırakmayı düşünmedim. Bunu hak ettiğini düşündüğüm birileri olsa bile.

İnsanlar tanıdım. Pabuç, Hayal Meyal, Vladimir, Navle, Hayata balıklama, Burcu, Gelibolu 17 oldu ilk ziyaretçilerim ve bana ilk yorumları yapanlar. Sonra Yusuf ve Ali Sunarlar eklendi. Çok ters düştüm onlarla. Sonra da görüşmez olduk. Canları sağ olsun.. Okundukça daha çok yazdım. Başlangıçta kendimce isyanlarımı yazayım diye düşünürken geçen zamanla her güne yazı yetiştirmek zorunda hissettim kendimi. Sonra bir anda blogspot yasaklandı. Alışmıştım bir kere yazmaya. Wordpresse geçiş yaptım. İhyaca karşıladı bizi oralarda. Sıcacık, samimi ve inanılmaz misafirperver yaklaşımı ile. Blogspottaki arkadaşlarımızla orada da buluştuk. Küçük, sıcak, samimi bir aile oluvermiştik.

Her şey yaza kadar güzeldi. Yaz başlayınca birer birer uzaklaştık. Blogspot yeniden açılınca iki tane blog sahibi oluverdim. Kapatmaya kıyamadım. İkisinde birden yazmaya devam ettim Ama eski heyecanım sanki kaybolmaya başladı. Hep aynı türden yazıları okumaktan, sürekli inançların sorgulanmasından, Ben senden daha çok müslümanım yaklaşımlarından galiba sıkılmaya başladım. Dini konularda çok da süper bilgili değilim belki ama ahkam kesmeyi de sevmem. Kendi inancımı kendi içimde yaşarım. Sürekli Allah, peygamber denmesini anlamsız bulurum. Ama gördüm ki sitelerde başka konulardan bahsedilmiyor. Bağışlayın beni ama bu da beni az biraz sıktı. Öyle ki bazen kendimi tekkede görür gibi oldum. Abartılı şeyleri sevmem belki de ondandır. Dini de abartarak yaşamak çok doğru gelmez bana. Her neyse şimdi bunları yazdım diye bir sürü yanlış anlayacaksınız ama hissettiklerimi paylaşabileceğim kadar samimi görüyorum sizleri. :)

Kendimi anlatmak istemedim ama arada mimler sağ olsun, düktüm içimi.

Bir yaşında bloğum. Wordpress daha küçük ama o da benim başka boyutum. O kadar değişik konulara girmişim ki en çok da duygusal yazılarım beğenilmiş. En çok onlar okunmuş. Ama ben duygu katmadan hiç bir işi yapamam ki. Belki ondandır belki de yazarken bazen yaşıyor olmamdan.

Geçen bu bir yılda bana katlandınız. Yazılarınızı değerlendirdim, bazen haddimi aşarak eleştirdim, bazen takdir ettim. Ama hep içinde bir eleştiri tadı bıraktım. Katkım olsun istedim. Belki lüzumsuzdu ama bir yazı okuyorsam ve bir fikrim yoksa en azından yazan kişiyi anlıyorsam mutlaka fikrimi söylemeliyim diye düşündüm. Hata ettiysem, sürçü lisan ettiysem, kabalaştıysam, istemeden kırdıysam... Affola... Saygılarımla...

13 Aralık 2011 Salı

Bir ödül aldın dediler...

The Versatile Blogger
Tam da uzaklaşmışken. İşe güce dalmışken. Yazmalıyım ama hangi ara diye mırıldanırken. Hatta ufaktan bir kaçamak yakaladığımı düşünürken. Önce Kalemzade, sonra da Pabuç yüklediler sırtıma bir görev. Bir de kandırmışlar. Ödül falan diye.. :) Bir sürü şartlar koydukları gibi bir de ingilizcesini yazmamı istemişler. Uzun uzun düşündüm ama mantıklı bir sebep bulamadım. Acun bile direk kopyalayarak getirdiği projeleri Türkçeleştirirken bir tanecik mim konusu neden İngilizce de yazmak şartını aşamamış anlayamadım. Ama madem ısrarla yaz dediniz ben de o zaman pabuç gibi kopyala yapıştır yapıp kurtulurum diye düşünüyorum bu işin ayrıntısı ile uğraşmaktan. Ama o 7 maddeye nasıl cevap vereceğimi hakkatten bilmiyorum. Bakalım artık...




Oyy Pabuç siteye engel koymuş, kopyalayamadım bile. :) Sağolasın kalemzade...


Kurallar (Rules):
1. Size bu ödülü layık gören kişiye teşekkür etmeli ve ona geri bağlantı vermelisiniz. (You have to thank the person who gave you the award and link back to their blog.)
2. Kendi hakkınızda 7 gerçeği paylaşın. (Share 7 facts about yourself.)
3. Sevdiğiniz ve takdir ettiğiniz 10 başka blogçuya aynı ödülü verdiğinizi bildirin. (Send to 10 other bloggers whose blogs you love, appreciate and tell them you’ve given the award.)
Şimdi cevaplara geçelim bakalım ben neymişim.. 

1. Ettim zaten. Güzel insanlar...

2. (1) Materyalist olmayı beceremediğimden hep kaybeden bir adamımdır. Tamam öyle olmamak lazım belki ama işte ortam belli.. (2) Konuşulan en ciddi konuların içinden bile mizahi bir tarafı bulup çıkarmak. Bazen sadece bana komik gelse de ciddi insanların da içinde bir çocuk olduğunu bilmelerine uğraşmak. (3) Hayatın hızlı geçtiğini fark ettiğim günden beri, başlayan her aya bitmiş muamelesi yaparak geçen zamanı koşturmak. Biliyorum yanlış ama ne demişler "bükemediğin bileği öpeceksin" ya da "takdir et kendini bir şey sansın belki egolarından vazgeçer." Böyle bir laf vardı tabii.  Var mıydı ?? (4) Tamam kabul ediyorum biraz muhalif bir yapım var ama aslında muhalefet yapmıyorum. Algıladıklarımı söylüyorum. Yok gerçekten muhalif bir yapım yok. Hayır bunu kabul edemem. Sadece bana yanlış gelen her şeyi söylemekten çekinmeyen bir adamım. Bu uğurda neler kaybettiğimi bir ara yazacağım.. (5) Hareketli bir yapım vardır ama hastalık seviyesinde değil. Sakinleşmem gereken yerde sakinleşirim. Ama adrenalin lazım olur arada.  Bu sebepten pek rahat duramam heyecanı ve tehlikeyi abartabilirm bazen. (6) Hayatı dayatılan kurallarla değil yaşamak istediğim gibi yaşamaya çalışırım. Her zaman olmasa da çoğunlukla başarırım. Özgürlüğüme biraz fazla düşkünüm. Ama asla başkalarının özgür alanlarına karışıp saygısızlık ölçüsüne ulaşmam. Zira saygısız bir adam olamam.. (7) Annemin beni hala 14 yaşında görüyor olmasına hiç tepki göstermem. "Yemeğini yedin mi?" yada "oralar soğuk mu?, kalın giyin" ikazlarına hiç sinirlenmeden ve hatta onun yüreğini serinleten cevaplar vererek huzur bulurum. Bilirim ki o da biliyor onu dinlemediğimi ama içindeki korumacı annelikten vazgeçmeyecek. Ben de onu mutlu etmekten inanılmaz mutlu oluyorum. Yıllardır kandırır dururuz bir birimizi. Canım annem... :) Okumaz buraları umarım.

3. İlk iki soruyu bir şekilde kurtardım ama bu üçüncü soruyu paslayacak hiç kimse kalmamış. Ben de zaten kaç kişiyi sıkı sıkı takip edebiliyorum ki. Bu soruyu cevapsız geçsem ceza keserlermi ki. Sırf yazmış olmak için  de yazılmaz ki ama.. Tamam madem bir ödül verdiniz. O ödülü aldığım gün açıklayacağım kimlere ödül vereceğimi... :) Hayali olarak demedim ona göre.. :) Sevgilerimle güzel insanlar.. Seviyorum hepinizi...

2 Aralık 2011 Cuma

Geçen zamana rağmen...

Bir hüzün, bir yas, bir dönüşüm. Bir eş, dört çocuk. Üçü az yetişkin, biri ergenliğinde. Bırakıp giden bir adam. Etraf tesellicilerle dolu. Birazda fırsatçılar.. Komşular, dostlar, akrabalar. Boynu bükülmüş hepsinin. Daha çok gençti diyenler, anlam veremeyenler.  Paylaşılan bir hayat ve terk edilmiş bir kadın. Başsız kalmış bir aile...

İlaç olmalı zaman, her şeye olduğu gibi. İlk gün herkes orada, ikinci gün çekirdek aile bir başına. Sessizlik var ama devam eden de bir hayat. İlk konu dış ses.. "biraz televizyon seyredelim" biraz ürkek ama kararlı bir ses...

Sessizce doğrulan başlar. Anne mutfakta buluyor kendini, açtır çocuklar.. Abla odaları dolaşıp dağılan eşyaları topluyor sessizce ve her birine derin bir hüzünle bakarak. Abi boş bir ifade ile televizyona bakarmış gibi yapıyor. Kız kardeş kolundaki derin yara izini okşuyor iç çekerek. Küçük, en küçük kardeş abisine sokuluyor. Kucaklıyor abisi onu, beraber televizyonda dönen her neyse onu izliyorlar hiç anlamadan.

Ertesi gün hayat normale dönüyor. İlk ziyaret yapılıyor. Hiç kimse konuşmadan bakıyor, belki dua bile edemeden. Zormuş kabullenmek.

Zaman durmadan, geri dönmeden koşturuyor. Geçen zaman ilaç olacakmış gibi de olmuyor. Geçiyor sadece. O günkü hissedilenler neyse aynen yaşıyor yüreklerin bir köşesinde.

Anne içten kızgın ama içindeki büyük aşkın gücüyle dimdik duruyor. Çocuklar her fırsatta, yaptıkları her işte onu anıyorlar. Onsuzluğun verdiği ıstırabı hissederek yaşıyorlar. Hissediyorlar hep onu.. Ne zaman konusu geçse, gözler buğulanıyor, bir yerlerde hep yaşatılıyor.

Geçen zaman ne ilaç olabiliyor ne de teselli. Sadece ayrılık gününde geride kalanların, gidenin yanına gidecekleri zamana yaklaştırıyor onları..

Yıllar önce bir gün. Tam da bugün gittin... Birden hemde, hiç hesapta yokken, hiç hazırlık yapmamışken... Tam da hayırlı evlat olabilecekken. Fırsat vermedin o keyfi yaşamama, yaşamamıza. Zaman dediler.. İlaçtır... O zaman da gülüp geçmiştim hala da gülüyorum. Çünkü seni zaman geçtikçe daha iyi tanıyıp daha iyi anladım. Zaman içimdeki hüznü yok etmedi, hüznümü nasıl yaşamam gerektiğini öğretti bana sadece. Benim aslan babam.. huzur içinde yat. Seni saygıyla anıyorum...

1 Aralık 2011 Perşembe

Hani dayak cennetten çıkmıştı?

"Cennet annelerin ayağının altındadır". dediler. Analarımıza sahip çıkmayı öğrenelim diye. Değerlerini bilip saygı duyalım istediler heralde. Ya da hayırsız evlat olmasın gençlerimiz diye düşündüler. Her neyse aldık kabul ettik. Ayağının altı öpülecek analarımıza her şey layıktır. Ama arkadaş, dayağın cennetten çıktığını söyleyen kim ola ki. Ben sırf bu lafın arkasına saklanan öğretmenlerimden yediğim dayakları buraya yazmaya kalksam sayfalar sürer. İlkokul, ortaokul ve hatta lise de bile haylaz bir çocuktum. Ya da o dayakçı hocalarım öyle dedi diye bende kendimi öyle sandım.

Büyüdükçe askere gidip gelen abilerimizin askerlik anılarının arasında yedikleri dayağı dinledim. Dayak yemeden askerlik yapan kendini yarım asker gibi görürdü o zamanlar. Sonra bir laf daha çıktı karşıma. Daha çok kocasından sürekli dayak yiyen komşumuzdu bunu söyleyen. "Kocamdır, döver de sever de.. Kime ne.."

Halkı dize getirme adına karakola bir geceliğine çekilen arkadaşlarımın anlattıklarına güldük hep beraber. Hatta lise çağlarında bende bir ara bir uğramıştım. Bilirim polis amcaların copunun tadını az çok..

Dayak yiye yiye büyüyen bir nesil olduk. Sonra birden bunun adı şiddet! oldu. Birden bire her şey bitti. Okullarda kulakları çekerken bile değişik bir estetikle çeken, elleri şişirene kadar sıra dayağı atan hocalar bir anda yok oldu. Dayak bitti... Herkes güler yüzlü bakmaya başladı bir birine. Hocalar sabır küpü oldu. Mahkemeler dayak atanların hesap verme yeri oldu. Bizde her şey bitti sandık. Dayakla büyüyen bir nesil dayak atmadan yaşatmayı becerir sandık. Asıl meselenin dayağı yasaklamak değil, zihinlerde ki dayak atmadan adam olunamayacağı düşüncesinin silinmesi olduğunu anlamadık. Her zamanki gibi..

O nesil.. İçindeki kini boşaltacak yer bulamazken, televizyonlarda ki tüm şiddet içeriklerini zararlı bile göremedik. Elimizdeki maşayı almışlardı ama seyrettiğimiz her şey içimizdeki dürtüyü harekete geçirdi. Dayaksız bir nesil dedik ama milyonların izlediği hiç bir şeye dönüp bakmadık. Baktık sa da ciddiye almadık. Fatmagül'ü dövdük. Polat olup canımızın istediğinin kafasına sıktık. Kapıcı kızları hep babasından dayak yer diye düşündük. Kısacası dayağı hak edenleri hep fakir ve ezilmiş insanlar sandık. Yanıldık...

Fiziksel şiddetin yerini zihinsel şiddet aldı. Dayağı bitirince, her şeyi hallederiz düşüncesi ile yola çıktık. Ama şimdilerde ne o kulakları uzatan, ne de cetveli kırarcasına elleri kızartan hocaların kalitesinin yarısına bile ulaşamadık. Eğitimi bitirdik. Kocasının dövmesini hak gören kadına sahip çıkmaya çalıştık. Kocasına ceza bile verdik ama bu sefer aynı koca karısını öldürdü. Seyrettik. Ailenin içine girince, sanki her şeyi hallederiz diye düşündük ama gene beceremedik. Hamurunun içerdiklerini anlamadan, milletin düzenine el attık. "şiddete hayır" dedik. Ama şiddetin tanımını yapamadık..

Dayağın cennetten çıktığını inanan bir nesile "dayaktan uzak dur!" derken kast edilenin kimleri bağladığını ve kaç kişi tarafından algılandığını sanıyorsak , o kadar şiddetin olmayacağına inanalım isterseniz. Yoksa Aziz Nesin'e hak veresim var.. :)

Sevgili Gelibolu 17, bana şiddete dur nasıl dersin dedi. Dur diyemem asla. Çünkü biz dayağa saygı duyan bir milletiz. Önce bundan vazgeçmeyi becerebilmeliyiz. Yoksa dur da desen, ceza da versen kendini kandırırsın sadece.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...