Sayfalar

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Bayramdan bayrama...

Her yıl 11 gün erken gelir ramazan. Bir daha bu yıl olduğu gibi aynı döneme denk gelmesi için 35 yıl geçmesi gerekecek. 35 yıl önce bugün yaşanan bayram çoşkularını anlatanlardan dinleyince gelen bayramın bayramdan çok bir tatil yada dinlenme zamanı olduğu anlaşılıyor. "nerede o eski bayramlar" lafının peşinden gidecek değilim. Zamanın geçerken neleri alıp götürdüğünden de bahsetmeyeceğim. Ama hani o eski heyecanlar, hani o eski gülen gözler, hani pabuçlarını saklayan heyecanlı çocuklar, hani en güzel kıyafetlerini giymek için pır pır atan kalpler. Kısacası dostlar nerede o bilinen bayram hazırlıkları. Ama olsun ben gene de demeyeceğim, dedirtemeyeceksiniz..

Sevgi ve saygı ile ramazan bayramınız mübarek olsun. Bayramlar en azından sizi bekleyenleri, özleyenleri, sevenleri kucaklamanız için bir bahane olsun.. Bahanesi sadece güneşlenmek olacaksa varsın adı bayram olmasın. Bayramlar tatil fırsatı değil, barışmak için, büyüklerimizi unutmadığımızı göstermek için, sevdiklerimizi gerçekten sevdiğimizi anlatmak için bir fırsat olsun. Olacaksa tatil bunlardan sonra olsun...

26 Ağustos 2011 Cuma

Nasıl oluyormuş...

Baseball sopasını bilmeyen yada oynamadığı halde oyunu bilmeyen yoktur. Oynanmadığı halde malzemesi satılan tek ülkedir Türkiye. Sonrada sorarlar. nasıl oluyor bu iş ?  Merak ediyorlar ya... Taa oralardan nasıl karışırmış bizim iç işlerimize, nasıl müdahale edermiş diye. O zamanlarda gülüp geçiyorum işte.

Çok klasik oldu dimi. Eminim ki hepiniz biliyordunuz bu gerçeği. O zaman neden soruyorsunuz hala "terör neden bitmiyor?" diye...

25 Ağustos 2011 Perşembe

Bir umuttur hayat...

Kafamı suya soktuğum anda "coss" sesini duyar gibi oldum. Vücudum kurumak üzereyken gördüm o dereyi ve koşarak daldırdım kafamı içine. Havanın sıcaklığına aldırış etmeden yürüyebiliriz düşüncesi ile çıkmıştık yola. Başardık da... Beş dakika içinde son noktada olacaktık ama aşırı su kaybından ikimizde de takat kalmamıştı. Dereyi gördüğümüzde hiç konuşmadan koşturduk.

Biraz olsun serinlemiştik ama derenin bulanık suyundan içmek çok mantıklı gelmediğinden içmedik. Suyun içindeydik ama kesmiyordu. O suyu kana kana içemedikçe de kesmeyecekti. Ancak içeceğimiz suyun içinde barındırdığı bakteriler bize belkide susuzluğun yaşattığından daha vahim sıkıntılar yaşatacaktı.

İçmedik o derenin suyundan. Tüm vücudumuzu yıkadık ama içmedik. İradenin hangi seviyesindeydik bilmiyorum ama bütün bunlar bitip suya ulaştığımızda kendimi çok takdir etmem gerekeceği kanaatindeydim. Hiç konuşmadan yürümeye devam ettik.

Ulaşmamız gereken evin önündeydik ama kimse yoktu ortalıkta. Burası bir dağ eviydi ama dışarıda bir çeşmesi yok, bütün su kaynakları evin içindeydi. Seslendik ama kimse çıkmadı. Oturduk evin önünde, baktık birbirimize. İkimizde kapıyı kırıp eve girmeyi düşünüyorduk ama bunu söyleyemiyorduk. Arkadaşım yavaşça kapıya doğru yöneldi. Sessizce "yapma" dedim. Gelir şimdi. Ne zaman geleceğine dair hiç bir fikrim yoktu ama "gelir" dedim işte.

Öyle ne kadar oturduk bilmiyorum. Uzaktan göründü evin sahibi. Yanımıza gelir gelmez. "hoş geldiniz" diyerek gülümsedi. "su" diyebildik ikimizde.

Adamcağız, hemen arkamızdaki sepeti göstererek. "erken gelirseniz içersiniz diye şu sepetin içine pet şişeyle ayran ve su bırakmıştım" dedi...

Kendimize gelmiş, suyu da ayranı da içmiş ve hatta tazelenmiştik. Susuzluğun kör ettiği, enerjiyi emdiği, yanlış karar verme yönünde insanları zorladığı bir süreçten geçtik. Ulaşabileceğimiz bu evi bilmiyor olsaydık, o dereden su içecek ve ev sahibinin geleceğinden emin olmasaydık o kapıyı kıracaktık...

Bir umuttur, hayata tutunmamızı sağlayan, irademizi sınırsız kullanmamıza sebep olan ve insan olmanın erdemlerine ulaşmamıza yardımcı olan. O umutlar yok olduğunda ne insanlığımız kalır nede hayata tutunacak bir sebebimiz. Hepsinden önemlisi umutlarımız tükendiğinde, oluşabilecek yeni umutları görecek enerjimiz de kalmaz. Oysa bütün bunların bir süreç olduğunu anlayabilsek, kendi tercihlerimizin bizi olumsuzluklara sürüklediğini bilsek... Umutlarımız bitmeyecek, hayata tutunma sebebimiz de hep var olacak... Çölde görülen serap tadında belki bazen, yada beklenmedik anda gelen sürpriz heyecanında...

22 Ağustos 2011 Pazartesi

" Blogger N'lerini Seçiyor ! "

 Şimdiye kadar yazdığım belkide en zor mim yazısı oldu. Tek tek blogları bir daha inceledim, düşündüm. Anladımki takip ettiğim blog sayısı oldukça azmış ve gerçekten çok güzel yazılar yazan bloglar varmış. :) Yazılarını okuyormuşum ama izlemiyormuşum. Bayaa üşengeç bir adammışım. Sağolsun Büşra (Hayal Meyal) uyandırdı beni. İyi bir blogger olmadığımı anladım :) Bende ne yaptım... Çoğunu izlemeye aldım. Çok zaman ayıramıyorum ama olsun, okunacak çok şey olsun.. 

Mim gibi birşey ama tamda değil. Birde kurallar var. Aşağıdaki paragrafta yazılanlar gibi. Katılacaksanız aynen o kurallara uymalısınız. İsmi geçen herkes mimlenmiş sayılıyor. Geçmeyenlerde arzu ederlerse katılabilirler.

Yazının başlığı " Blogger N'lerini seçiyor ! "şeklinde olmalı.. Bir bütün halinde ilerlemeliyiz. Her kategori için en fazla 3 kişi yazabilirsiniz..  (Sadece bir kategori için 5 tane yazma hakkınız var. Çoğumuzun blog açmasına sebep olan şey, kendimizi anlatmak.) Ekstradan 1 kategori daha ekleyip, seçiminizi yapabilirsiniz. Kategori açarken tercihinizi mümkünse en zeki, en güzel, en akıllı gibi şeylerden yana kullanmayın. Tamam birbirinizi tanıyor olabilirsiniz. Ama burda genel bi seçimden bahsediyoruz ve birbirimizi sadece yazılarımızdan tanıyoruz. Yazılardan yola çıkarak sonuca varabileceğimiz kategoriler olmalı. (Kişileri rencide edecek, küçümseyecek türden kategorilere kesinlikle yer vermeyin.)  Aynı kişiyi birden fazla kategoriye yazabilirsiniz. 

Hayal Meyal ve Burcu beni de enlerine katmışlar sağolsunlar. Bende ikisinin enlerinden bir karma yaparak enlerimi sunuyorum. Tuhaf ama güzel bir duygu enlerde olmak. Ama kendimi sorumlu hissettim. :) hani varya takdir edilen herkes, aslında cazalandırılır. Yani daha çok çalışmaya mahkum olur gibi. Çıtayı düşürmeme meselesi yani... :)
Sevgiler ve teşekkürler Büşra ve Burcu... 


İşte benim adaylarım...
En İyi Tasarıma Sahip Blogger : Burcu, Mor yağmur

En Güncel Blogger : Cesuryorum, Pabuç

En Meraklı Blogger : Yusuff

En Çok Gezen Blogger : Bir Dalgıcın Hikayesi

En Çok Bilgilendiren Blogger : Birbakarsam, tarihe düşülen notlar

En Çok Kendini Anlatan Blogger : *b3n(gü)nlük*, YaşanPINARIM, Hayal Meyal

En Çok Eğlendiren Blogger: Gelibolu 17, HAYATA BALIKLAMA

En Akıcı Yazan Blogger: Burcu, Birbakarsam

.... Çok yoğun araştırmalar sonucunda ulaştım bu sonuçlara. Yıprandım, yoruldum, tükendim... Ne zormuş bu iş. Unutulanlar lütfen bağışlayın beni. Yanlış anlaşılmalar olmaz umarım ama şu an yani şu dakikadaki düşüncelerim bunlar. Yarın ne olur bilmem. :)



18 Ağustos 2011 Perşembe

Bir "şey" olmak...

Küçük bir çocuk gibi heyecanlı, beli bükülmüş bir ihtiyar gibi bezgin, üniversiteyi henüz yeni bitirip bir işe girmeyi başarmış gibi yüksek beklentili, emekli olmasına bir gün kalan gibi beklentisiz ve hayatı çözememiş bir filozof gibi dağınık...


Bir insan bunların hepsi olabilirmi? 


Neden olmasın olur ama olursa işin içinden nasıl çıkar?


Aslında çıkamaz. Uğraşır, derdini anlatmak ister ama önce kendine bir dert yaratmaya çalışır. Sonra biri çıkar "haline şükret ne dertliler var" der. Kendi derdini öteler. Yıllar geçer onu gören biri ona bakarak kendi kendine "Şükretmek lazım, ne dertliler var" der. Bu alışveriş yada yansıma yüzyıllarca sürer gider. Sonuçta herkes bir başkasının derdine bakarak kendi haline şükreder. Bu kötü birşeymidir? Hayır tam tersi, kişinin psikolojisini düzene sokabilir. Ama belki sadece o anlık. Çünkü içeride bir yerlerde yaşayan çözülmeyip ötelenmiş bir sorunlar yumağı vardır..

Hiç unutmam hocalarımızdan biri "siz hep lüks yerlere gitme çabasındasınız, birazda arka sokaklara gidip halinize şükredin" demişti. Hemde her derse başlamadan bu lafı tekrar ederdi. Ama bilmediği birşey vardı. Bu lafı söylediği çocukların hemen hepsi zaten oralardan çıkıp gelmişti. Bize verdiği nasihatın özünü kendisi kavrayamadığı için hiç birşey ifade etmiyordu. Adamcağız sadece eğitmenliğin verdiği sorumlulukla bize yol gösterme çabasındaydı. 


Halimize şükredelim ama "beterin beteri var" diyerek değil. İllaki şükredeceksek, o anın keyfini sürmeyi bilerek, elimizdekilerle yetinmeyi becererek şükredelim.. Birileri ile kıyaslayarak mutlu olmak, başkalarının başarısızlığını başarı saymaktan farklı değil çünkü...


İşte böyle kıyaslayarak yaşarsak ilk paragrafta anlatmaya çalıştığım bir şey olursunuz evet bir "şey".. 













17 Ağustos 2011 Çarşamba

Bugün 17 Ağustos ölenleri anıyoruz, ya yarın?

Soğuk bir kış gününün, soğuk bir gecesi ve gene soğuk bir anıydı. Saat gece yarısını geçmiş sabaha doğru yanaşıyordu. Boş yollardan evime doğru gidiyordum, biraz yorgun biraz düşünceli Bir virajdan çıkarken 100 metre kadar ilerde bir karaltı fark edip yavaşladım. Yaşlıca bir amca, 1974 model Wolkswogen marka (bildiğimiz tosbağa) arabasının kaputunu açmış uğraşıyordu. Benim farlarımı farkedince kafasını kaldırıp baktı. Öyle bakarak geçiyordum ki durup geri geri adamın yanına yanaştım. Arabadan inip yanına gittim. "hayırdır amca arızamı yaptı?" diye sordum. Amca oldukça temiz yüzlü, içinde bulunduğu sıkıntıyı belli etmemek için yüzüne yakışmayan gülümseme ile. "çalışmıyor evladım" dedi "bir el atta, vurdurarak çalıştırmaya çalışıyım"

Arabanın arkasına geçtim, amca direksiyonda, epey bir ittirdim ama tık yok. Nefes nefese durdum "amca bu arabada benzin varmı eminmisin?" diye sordum. Amca "benzin yoksa yapacak bişey yok çünkü benzin alacak paramda yok" dedi. O an durup adamı bir daha süzdüm. bir an için olumsuz birkaç düşünce geçti aklımdan ama çabuk def ettim. "Amca sende yoksa bende var"dedim.

Arabasını biraz daha ittirerek emniyetli bir yere çektik ve benim arabamla benzin istasyonuna doğru yola çıktık. Gayri ihtiyarı nerede oturduğunu sordum ama cevap vermek için kafasını bile çevirmedi. İstasyona gidene kadarda bana sürekli dua etti.

İstasyondakilere durumu anlatmak biraz sıkıntılı olsada bir pet şişeyi dolduracak benzin alıp ayrıldık. Dönüş yolunda tekrar sordum nerede oturuyorsun diye. Bu sefer, yüzündeki o zoraki gülümseme yerini içinde derin hikayeleri barındıran bir hüzün şeklini aldı. "evlat benim herşeyim o gördüğün araba" dedi ve yola doğru bakarak anlatmaya devam etti. "Hani vardı ya sadece olduğu gün anılan, diğer günler kimsenin aklına getirmediği gün. 17 Ağustos. İşte ben o gün tüm ailemi, evimi, işyerimi, çocuklarımı, herşeyimi olan herşeyimi kaybettim" dedi. Dondum kaldım. Biraz utandım, biraz yardımcı olduğum için gururlandım ama tüm ailesini 45 saniyede kaybeden bir adama yapılan yardım ne ifade edebilirdiki...

Arabasının yanına geldik, benzini koyduk araba çalıştı. Bir şeyler yapabilirmiyim diye bakıyorum yaşlı amcaya. Gitmesin istiyorum ama yardım edeyim derken kalbini kırmak yada yanlış anlamasından da çekiniyorum. "amca, paran varmı?" diye sorabildim. "Ah be evlat dedi. Bilirmisin bir zamanlar ben hiç kimseden bir lokma ekmek bile almadım. Ama depremden sonra aldığım üç kuruşluk emekli maaşı ile yaşamaya çalışmak beni ne hallere getirdi. İstemeyi bilmeyen adam hep açtır evlat" dedi. Cebimde ne kadar varsa çıkarıp torpidoya koydum. "Sen şimdi nereye gideceksin be amca" dedim. boğazıma düğümlenen hıçkırıklarımı tutmaya çalışarak. "Benim var bir tenha köşem, belki bir gün görüşürüz ama sana borçlu kalmak istemem. Mutlaka bir gün borcumu ödeyeceğim" dedi ve gitti.. O amcayı bir daha hiç görmedim.

Bazen hayalmi gördüm acaba diye bile düşündüğüm olmuştur. Ama bir17 Ağustos gecesi herşeyini kaybeden bu adam bana öylesi bir şamar attı ki; asıl anmanın olay günlerinde değil diğer tüm günlerde olduğunu, asıl yardımın göstermelik değil yürekten olması gerektiğini, ihtiyacı olanlara ne ihtiyacın var diye sormadan ihtiyacı olabileceğini düşünmemiz gerektiğini öyle bir anlattı ki... Televizyonlarda çığırtkanlık yaparak yardım toplayanların bu insanları akıllarının köşesinden bile geçirmediklerini düşündükçe daha bir çöktüm..

Evet bu gün 17 Ağustos... Böyle hikayeleri konuşacak, duygulanacak resimlere bakıp ağlaşacağız ama hiç birimiz aslında onları daha çok kırdığımızı bilemeyecek, hiç birimiz arkada kalmanın ne demek olduğunu anlamayacağız...

Ölenleri saygıyla anıyorum ama kalanların Allah yardımcısı olsun demekten başka da bir şey yapamıyorum. Yapması gerekenlerin yapmasını umut ederek o amcaları Allah korusun diyorum... Tıpkı bugünün sembolu olan resimdeki amca gibi. Tıpkı arabada yaşamaya mecbur kalan tüm amcalar gibi...

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Hepsi geçer...

Sıkı sıkı bağlandım. Çözebilen varsa gelsin. Sıkı sıkı bağlandım ama tutunamadım, korktum. Cesaretlendirecek varsa gelsin. Uzandım ama dokunamadım. Hissettirecek varsa gelsin...

Hayatın içindeyim ama yancı gibi.. Arada oyuna giren yedek gibi.

Her yanım Anadolu, buram buram olmuş tütmekteyim. Bir Akdeniz'de olup ekmeğime yağ süresim var, bir Ege'de narenciye bahçelerinde koşturasım, bir Karadeniz'de çay bahçelerinin arasında yürümeye çalışasım var... Ama bu yaz günü kendimi serin sulara bırakasım da... Balık tutup mangal yapasım da...

Bu akşam aslında bir şey olasım var. Gamından arınmış baykuş gibi yada çakallığından sıyrılmış tilki gibi. Bu akşam gökyüzüne her bakışımda aya dokunasım var. Belkide coşasım var için için. Bu akşam duvarların ötesini göresim, karanlığın ucundaki ışığa ulaşasım var. Bu akşam kısacası dostlar benim biraz olsun hayatın içinde kaybolasım var...

Sabaha geçer hepsi. Uzanırsa bir dost eli, uyandırırsa sabahın en güzel anında, dokunursa güneşin ilk ışıklarıyla yanaklarıma... geçer gider hepsi...

Güzel günlere...



11 Ağustos 2011 Perşembe

Hiç olduk...

Nihat Doğan çivi gibi çaktı beynimize. Zor şartlarla mücadele etmeyi öğretti, solucanların gözlerinden (olmayan gözlerinden) anlamlar çıkardı. Surviver olduk hep birlikte. Açlık ne demekmiş anladık! Açlıkla mücadele eden insanın, daha da hırslanması gerektiğini, dedikodunun dibine vurduğunu anladık. Açlığın aslında söylendiği gibi olmadığını, aç kalan birinin gerekirse en zor! yarışmaları bile kazanacağını gördük. Aç kalanların aslında dudaklarının çatlamadığını, yüzlerinin solmadığını, dillerinin sarkmadığını gördük. Hatta aç kalarak gerçekten kilo alındığını gördük. Tuzlu suyla yıkanıldığını, tatlı suya hiç ihtiyaç olmadığını gördük. Tüm ülke hep birlikte Nihat Doğan olduk... Yazık olduk, salak olduk, olduk da olduk.

Yeteneklerimizi sorguladık. Taklit yapanı baştacı yapıp ayakta alkışladık. Sonra hadi maymun ol dedik. olmam diyince. Hadi ordan deyip unuttuk yeteneğini de kendini de.

Milyonlara ulaşmayı, çok kolay sandık. Üç soruya cevap vererek zengin oluruz sandık. ucunu gösterip, topunu aldılar avucumuzdan bi halt anlamadık.

Hadi eller havaya diyerek hoppidik hoppidik dansçı olduk. Hele Huysuz'la olanında bi acaip eğlendik.

Kendine jüri diyen bir grubun karşısında ezilen gençleri gördük. Ağlaya ağlaya hakarete uğrayarak, kazanamadıklarını açıkladıklarını görünce. Kazananların ne kazanacağını sorguladık ama sonunu bildiğimizden çokda üstünde durmadık. Kazananlara sevinemeden üzüldük. jüri üyelerine kızdık sarıldık cep telefonlarına sms yollayıp durduk.

Bütün bu yarışmaların aslında para kazanmak için yapılan bir kurgu olduğunu anlayamadık. Umut dolu gözlerle yarışmaya katılanların gerçekten kazandığını sandık. Oysa bilemedik hep beraber kaybetmeye başladığımızı...

Oyalandık durduk. Göremedik olanı da olacakları da. Bilemedik gidenin değerini de gelenin nasıl geldiğini de.
Anlayamadık sırtımızdan geçinenlerin bizden neler kazandığını. Bir yarışma organizasyonu ile vergi rekortmeni olanlar bile uyandıramadı bizi. Yarışma olmazsa bir dizi buluruz dedik ve bulduk.

Amcasının karısına musallat olan adam amcasına yakalanmasın diye dua eder olduk. Polat'ın öldürdüğü her adamın ölmesine sevindik. Ali kaptandan ülkece nefret ettik. Osmanlı'nın harem dünyasını, Kanuni'nin aşk adamı olduğunu öğrendik. Eve gelen bir gelinin tüm aileyi tek tek yaprak gibi döktüğünü gördük. Evin damadının da isterse evdeki tüm kızlarla aşk yaşayacağını görüp hüzünlendik. Dolandırıcılar yakalanmasın, hırsızlar çalabilsin, katiller suçsuz olsun istedik. Hatta bir ara doktorların çok duygusal olduğunu, kendilerini hiç düşünmeden çalıştıklarını da düşünmeye başlamıştık. Hastane koridorlarında bekleşen hastaların aslında düzmece olduğunu düşünmeye başlamıştık ki, gazetelerin üçüncü sayfaları uyandırdı bizi...

İzledik durduk. Yalan olduk, hayal olduk, duman olduk. Yeni yayın dönemi geldi başlıyor. Şimdi ramazan... Hacivat Karagöz ile on beş gün daha idare edin. Gelecekler gene... Tüm bir yıl Hazirana kadar dolduralım beyinlerimizi, olalım bişeyler. Adam olmak olmasın derdimiz, gülelim eğlenelim hep birlikte. Biz bunlarla yaşarken birileri nasılsa bizim adımıza çalışır... Biz gene surviver olalım, dansçı olalım, hiç olalım ama mutlaka bişey olalım. Hatta arada bir de ermeni olalım, Yunan olalım. Bir faydası olur belki diye olalım da olalım... Gelecek için, huzur için olalım. Ama adam olmayalım... Memleket için...

2 Ağustos 2011 Salı

Yaşamaksa hayat...

Bir çocuk olmak, bir yetişkin. Bir de bakmak ama görememek. Bir an için aldanmak. Sevmek sonra bıkmak. Aşka düşüp ağlamak, adettendir ağlamazsa olmaz diye ağlamak. Müzikle coşmak, film seyredip ağlamak. Güneşi görmeye çalışmak. En çok da gün doğumunu merak etmek. Görünce de burun kıvırmak. Okumak yıllarca, okul bitince işsizlikten kurumak. Mutlu olmak için uğraşmak ama nedensiz hep işin kolayına kaçıp karamsarlığı bir halt sanmak. Kilise duvarı gibi oturunca "cool" olduğunu sanmak. Gülümsemenin, arada manasız da olsa, sadece eksik akıllılara has olduğunu sanmak... :/

Ağlayarak doğmak. Ağladığı an herkesi güldürmek. Hemde en derin yerlerinden güldürmek. Büyüdükçe ağlatmak zamanla yaptığı her iyi şey ile. Attığı ilk adım ile, başardığı ilk iş ile, aldığı ilk karne ile...

Yaşadığı her anı, anı olarak saklamak. Sonra da o anlarını hatırlayıp buğulanmak. Geçmişi hep güzel hatırlamak. Geleceğe korkarak bakmak. Anın değerini ancak geçince kavramak...

Hayatın anlamını soranlara, anlamsız ve boş gözlerle bakmak. Alengirli bir cümle kurmaya çalışıp olduğu gibi saçmalamak... Hayatın anlamını anlayamadığını kendine itiraf edecek gücünün olmadığını anlayamamış olmak.

Hayat ve anlamı üzerine yazdık, konuştuk, anlattık. Cevap işte bu kadar basit. Hayat yaşanabildiği kadar hissettirir güzel tarafını yoksa bir kaç maddeden öte gitmeyen bir sıralamadır. Başlar, gelişir ve biter. Bazen de başlar ve biter. Arayı dolduranlar, kalan boşlukları miras bırakırlar yada boşluk bırakamayanlar, hayatın içinde bir iz bile bırakamadan yok olurlar...

Hayatı çok abartmadan, çok bunaltmadan, sunduklarını reddetmeden, güzelliklerine dokunarak, samimiyetten korkmayarak ve ne bileyim hayatın içinde olarak. Hemde hiç korkmadan ve planlamadan. Yaşamak özgürce, yaşamak olabildiğince ve yaşamak hep birlikte ama birbirimizi fark ederek.

Sevmesek de sayarak. Gülemesek de, gülenlere bakıp gülmeye çalışarak. Gerektiğinde ağlamayı da bilerek. Bazen bir dost eli olarak, bazen uzanan ellere tutunarak. Bir amaç peşinde çürümemek ama amaçsız ve hedefsiz de yaşamadan, hayal kurup onları canlandırarak. Hayatın ucundan yakalayıp, bırakmamak... Yaşamak işte böylece, sınırsız olmasa da özgürlüğümüzü hissederek...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Hayırlı ramazanlar...

Okuyorum bişeyler ama internetten. Gazeteler, haberler. İstifa eden komutanlar. Bu istifayı yorumlayan çok bilmişler. Mutlu olanlar, düşünenler, felaket telallığı yapanlar. Herkes ama herkes yazmış, çizmiş. Bu olayın kahramanları suskun ama, küçük birer açıklama yapmış ve gitmişler. Sonra dikkatimi alt köşelerde bir haber çekiyor, çok önem verilmemiş habere. "Yurdumun bir köşesinde şehit daha var" diyor. Hepsi bu. Sadece 1 (bir) şehit. Bir tek kişi şehit olmuş. Haber vermiş ve bitmiş. Üç satır... takılıp kalıyorum orada, süresini düşünmeden.. Geçemiyorum, gözümde canlanan görüntülerden alamıyorum kendimi.

Bir ev düşünüyorum, o evdeki anne baba.. Bir gün önce gülen yüzlerle etrafına bakan birilerinin bugün yaşlı gözlerle feryat figan bağrışmalarını görüyorum. Ama evlatlarını onlar da kaybettiler, şehit verdiler. Haber bile olamadı benim devlet televizyonlarımda. çünkü şehit haberi yapmak için bir düzineyi aşmak lazım. Olan olaylara dikkat çekmek için topluca ölmek, şehit olmak lazım. Bu memleket için ölmek istiyorsan hep beraber öleceksin. Yoksa ölüp gidiyorsun işte öylece...

Hatırlıyorum daha birbuçuk ay önce öldürülen on iki teröristi neden öldürdün diye askere hesap soran gazeteler. Gene askere hesap soruyor. Öldürmek de suç, ölmek de. Ama adı asker işi de bu. Sadece soğan doğrasın istiyor diye birileri, asker silah mı bırakacak. O birileri on iki teröristi neden öldürdün diye sorarken, zaten şımarmış olanların canları isteyince on üç kişiyi de otuz üç kişiyi de öldürdüğünü bilmiyor çünkü, hatırlayamıyor. Malum toplumsal rahatsızlığımız var. Balık hafızalıyız... Çünkü onlar çok okumuş strateji uzmanları ile terörü bitirmeye çalışıyorlar. Çünkü onlar her şeyi herkesden çok iyi biliyorlar. Çünkü onlar da askerlik yaptılar ve çok çile çektiler. Anlata anlata bitirmediler ama yaptıklarını. Çünkü onlar her şeyin en iyisini yaptıkları gibi en iyisini de bilirler...

Sonra dalıyorum günün fotoğraflarına, sürekli açıklama yapan bir partinin ileri! gelenlerinin açıklamalarına bakıyorum. Sonra da halkımın yorumlarına göz atıyorum. gülüp geçiyorum. Sağ üst köşedeki kırmızı çarpıya basıyorum. Hepsi uçup gidiyor. Haber denen şey de işte bu kadar zaten. Açık kaldığı müddetçe anlamı var. Ötesini düşünen kim ki. Sorsan ertesi gün kimsenin de bişey hatırladığı yok zaten. Bir ülkenin ordusunun tüm komutanları istifa etmiş ve bir gazete "daha karpuz kesecektik" diye manşet atabiliyorsa.. Biz hakikatten demokratik olmuşuz ve hatta tamamen teslim olmuşuz da teslim almaya gelen yok... Ama demokrasi de önce ordunu bitirip sonra özgür olacaksın diye bir şey olmadığını anlamak için biraz daha demokrasi dersi almamız lazım....

Malum bu işler boş işler.. Yarın ramazan başlıyor. fırsat bu fırsat hadi bakalım göstermelik yardımlaşmalara başlayalım... Unutalım ne olmuşsa. Hesap soralım vicdansızca. Bilmeden yargılayalım, bildiğimizi sanalım. Düşene sadece gülelim. "ohh olsun, hak etmişti bunlar, zamanında neler yaptı" diyerek tarihin bütün hatalarını bugün çalışanlardan soralım. Sonra da ben müslümanım diyelim. Kin ve nefretle bakalım bizim gibi düşünmeyenlere sonra da bir ay ibadet edelim. Vatanı ve ülkesi için çalışanlara, her fırsatta hain muamelesi yapalım, hiç dinlemeden, anlamadan yerden yere vuralım. Üniforma giyen herkesi bölücü gibi görelim. Ülke bütünlüğünü bozmak için devletine silah çekenlere acırken, terörle mücadele edenlere, "saçmalamayın" diyelim... Hadi o zaman.. Hayırlı ramazanlar...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...