Sayfalar

29 Temmuz 2011 Cuma

İlk kurşun ve ilk boğaz köprüsü...

Küçük mırıldanmalar, fonda inceden bir saz. Hüzne meyletmiş insanlar ama aslında neşeliler olabildiğince. Çekici bir renk hakim sokaklarına. Dükkanlar alabildiğince uzanıyor, bitmek bilmeyen albenileri ile.. Arada fırsatçılarda var ama rahatsız etmiyor bu keyif veren görüntülerin arasında. Gülümseyip geçiyorsun, çokda ciddiye almadan..

Gün batımı en güzel buradan görünür diyor mekanların hemen hepsi. Aldırış etmiyorsunuz ama. Gün batımını izlemek için ne mekana ne de servise ihtiyacınız yok çünkü.. Bir kaldırım taşı yada oturabilecek bir bank varsa gerisi boş zaten. Hani kolunuzda da bir sevdiceğiniz olursa, dayarsa başını omzunuza yada dayarsanız başınızı omzuna... Gönül ne melodi nede aşk istemiyor. Gönül, batan günün getirdiği hüzne dalıp gelecek günlerin heyecanına sarılıp gidiyor usul usul... Ama yoksa hiçbiri, yoksa dayanacak bir omuz. yoksa kadeh tokuşturulacak bir dost, bir sevgili. Herkes dost oluveriyor her mekanda. çünkü orada bir söz var. "rakı, balık ayvalık" gerisi boş.

Burası Cunda adası. Ayvalık'la bir köprü ile bağlanmış. Hemde bu köprüyü, Yunanlılar tüm adaları alırken  bir gecede yapmışlar. tabii şimdiki halini değil. O bölgedeki askerler ve siviller ellerine geçirdikleri her şeyle bir gecede yapıvermişler köprüyü. Yunan'a gitmesin diye.. O askerlerin başında Albay Ali Bey var. Bu adaya aynı zamanda Ali bey adası da deniyor. Neden mi? Çünkü Yunan İzmir'e çıktıktan sonra, hiçbir direnişle karşılaşmadan her tarafı işgal ediyor. Ta ki Ayvalık'a kadar. Ayvalık'ta Alay Komutanı Ali Bey (Çetinkaya) ilk kurşunu sıkıyor Yunan'a. İlk kurşunun sıkıldığı yer şimdi TSK rehabilitasyon merkezi. Durduruyor Yunan'ı. Kurtuluş savaşından sonra mebus ve bakanlık yapıyor Ali Çetinkaya...

İlerleyen saatlerde ayrılmak istemiyorsunuz adadan. Meşhur sakız dondurması elinizde, dolanıyorsunuz karo taşlı yollarında, tarih fışkıran binalarını seyrederek. Arada gözünüz yakamozlara kaysa da, tekne sesleri ay ışığında sizi davet etse de, büyülenmeden gülümseyerek ya da küçük bir tebessümle bakarak etrafınıza bırakıyorsunuz adayı gün doğumundan batımına kadar geçireceği yeni günlere...

Birgün yolunuz düşerse, bir gün duyarsanız hikayesini, bir gün geçerseniz boğaz köprüsünden... Bilesinizki ilk boğaz köprüsü bir gecede Ayvalık'ta yapıldı. Hemde halk ve asker eliyle... O köprü sonradan yeniden yapıldı. Hala anlamlı ve hala bedava... :)

28 Temmuz 2011 Perşembe

Ne ekersen onu biçersin...

Döndüm, dolaştım ve nihayet kendi bölgeme, kara sularıma yanaştım. Yanaştım çünkü henüz demirleyemedim. Neler olduysa bu yıl bana, yerimde duramıyorum. Bir gidiyorum pir gidiyorum, dünyadan bağlantılarımı bile kesiyorum. Sonra dönüyorum bir bakıyorum memleketimin çivisi gene çıkmış. Tarzım değil seyirci kalamıyorum. Bir şey yapabiliyor muyum? Onuda bilmiyorum. Yapmalı mıyım?? Ondan da emin değilim artık. Şimdiye kadar yaptıklarıma saysınlar diyesim geliyor ve hatta yaptıklarımdan da pişman oluyorum sanki ara ara.. Ne mi yaptım? Hiç, hiçbişey aslında. Anlattım, konuştum, okudum, araştırdım ve gene anlattım. Yol gösterdim haddim olmadan. Elinden tuttum düşenlerin ve el verdim kalkacak dermanı olmayanlara. Yaralarını sardım yaralanmış ama çaresiz olanların. Umut oldum beni sevenlerin yüreğine ve yel oldum sıcaktan çatırdayanlara..

Şimdi bakıyorum da ne ummuş ne bulmuşuz. Askerlerim ölmüş, kaçırılmış. Ülkemin kanalları ve hatta gazeteleri sadece ilk gün haber yapmış konuyu kapatmışlar. Bir banka müdiresi mağdur edilmiş. Hemde derin bir intikam ateşi ile, kimsenin umurunda olmamış. İmralı paşası!!! talimat vermiş, emir buyurmuş. Başım gözüm üstüne demediğimiz kalmış. İsrail özür dileyecekmiş diye umutlanmışız.. Bekliyoruz ağzı açık ayran budalası gibi. Özür dileyerek hiç uğruna ölen canlar geri gelecek sanki. Bir özürle her şey unutulacak. Tabii yaa.. Abimiz onlar bizim. Özür dilemek erdemdir, özür dileyeni affetmek daha büyük erdem.. Yesinler sizin yönetim anlayışınızı..

Ne güzeldi aslında herşey... Dolaştım memleketimin sahil şeritlerinde. Duble yollarda! dolaştım. Yol yapım çalışmasının olmadığını göremediğim duble yollarda. En ilginci de o yollar yapılalı bir yıl bile olmamış ve şimdi baştan sona onarımda. Onarım ne zamanmı başlamış?? 13 Haziran'da.. Nedenki??? Yaz boyunca tüm sahil yollarında onarım olsun. Ne kadar akıllıca dimi... :) Bence süper. Çok acaip çalışıyorlar...

Haritadan bakıp bildik yollardan ziyade daha kestirme ve az kullanılan yolları kullanmayı daha çok severim. O yollardaki köylere mutlaka uğrarım. Varsa bir kahvehanesi oturur sohbet ederim. Kimi beni ciddiye almaz, kimileri turist muamalesi yaparak bişeyler satmaya kalkışır, kimileri evine davet eder.. Ama sıcaktırlar, hep gülümserler. Hiç bir beklentileri yoktur hiç kimseden. Oralara yol yapılacak diye sözler verilmişse ve yapılmamışsa vardır bir bildiği büyüklerimizin diyecek kadar da merttirler. Ama boynu bükük değil. Zora koşmak istemediklerinden, inanmak istediklerinden bir sebebi olduğuna. Beklerler öylece... Elektriği olmayan köyler bile gördüm desem ne dersiniz bilmiyorum ama vardı. Elektrik hattı vardı ama elektrik yoktu. Arada bir geliyormuş. Aylardır süren bir onarım varmış bir yerlerde. Bilen yok ama, bu bakım nerede.. Kızdım birazda bu kadar da kabullenilmezki canım sıkıntılar. Ama yok.. Vazgeçtim sonra. Çünkü bana çıkıştılar.. "Vardır bir bildiği büyüklerimizin kışa rahat gircekmişiz" dediler. Vayy be.. İşte benim toprak kokan Anadolu insanım. Bu insanlardan zarar gelir mi insana. Kandırılır mı bu insanlar. Üç kuruşluk çıkar uğruna yalan dolan laflarla aldatılır mı, devletine bu kadar büyük bir inançla sarılmış yiğit insanlar...

Döndüm dolaştım ve geldim kürkçü dükkanına.. buralardayım bundan sonra... Çıkmam bir daha, ilgilenmem kimseyle. Anladım.. Herkes hak ettiği şekilde yönetilmeye mahkum bu ülkede.. Öğrettiler ne ekersen onu biçeceksin.. Tohumlar İsrail'den geliyorsa hala. Ektiğini bir kere biçersin ama tekrar ekmek için boynun bükük gidersin Yahudi boylarına... Özür dilemesede almasak, bitirsek bütün alışverişimizi. Ama olurmu. Alıştık bir kere. Aç kalırız sonra. Kim tutar elimizden. Giriverirler vatanın girilmeyen yerlerine. Kaldıysa eğer...

12 Temmuz 2011 Salı

Hayat kısadır...

Kadın bitmiş, kadın dökülüyor, ama mağrur
Arkadaşının bir arkadaşı söylemiş... Çok sevdiği, saçını süpürge ettiği, hayatını adadığı, kendinden çok düşündüğü.... işte o adam... aldatmış ya da aldatacakmış. Öyle demiş arkadaşının arkadaşı...
Sonrası gözyaşı, sonrası hesap sorma süreci ve final.. Alır bavulumu, varsa çocukları giderim... Sonra araya girenler, bir adama bir kadına hak verenler. Olmadı yemin billah ikna etmeye çalışanlar. Sonra.. Soğuduk bir kere bitti bu iş.. Hadi artık.. Sen yoluna ben yoluma...

Neydi? Ne oldu? Bir dedikodu ve sonrası, biten sönen ocaklar, dağılan aileler, anlatılacak hikayeler, ortada kalmış çocuklar. Gerçi onları düşünen yok. Bir şekilde büyüyecekler hep bir tarafları boş, hep sevgiye aç, hep hayata isyankar ama güçlü.. Ne kadar güçlü olunabilecekse o kadar güçlü...
Hikayeyi tam tersinden de alsanız bir kere sancı başladı mı bunun tarafı çok mühim değil. Sancının sonunda mutlaka bir doğum oluyor ama bu doğumun adı konamıyor. Yoksa dünyanın sonu değil elbetteki.

Halbuki hayatın içindeki cilvelere kanmasaydılar. Düşmeselerdi şeytani tuzaklara. Kısa ama uzun görünen hayatın, bundan sonraki bölümünü yaşarken içlerini hep kemirecek bir duyguyu yaşama arzusu yerine daha mantıklı baksalardı. Hikaye belkide çok farklı yaşanacak. Kim bilir nerelerde neler değişecekti..

Gurur tamam.. Olsun, olmalı. Ama gurur alttan almamak veya burnundan kıl aldırmamak, bağışlamamak değildir. Bağışlamak derken.. Bir anlık sinirden bahsediyorum. Acı gerçeklerden değil... Dinlemek, anlamaya çalışmak, erdem göstermek, biraz da tahammül etmektir. Ama biraz tahammül..

Yok etmek, yıkmak, kıskanmak.. Her şeyden, herkesten kıskanmak. Kıskanırken farkına varmadan boğmak. Sonra da sadece sana gülümsemesini, sadece seninle konuşmasını beklemek.. Uçurmak sonra da kanatlarını koparmak.. Sonunu bilerek bir geleceğe hazırlanmak... Bilerek inat etmek. Kaybetmeye başlamak ama hala vazgeçmemek... Sonunda kendini de onu da bulamamak eski olunan yerlerde... Gülümseyememek eskiden hissettiklerine. Bakamamak bir daha gülen gözlerle. İçinin fokurdayamaması bir zamanlarki gibi. Bitirmek bir şeyleri...

Yeni başlangıçlar yapmaya çalışmak ve her başlangıçta bir öncekini aramak farkına varmadan.. Uğraşmak ve en sonunda kopup gitmek tüm duygulardan. "Ben buyum" diye haykırıp kabullendirmeye çalışmak kendini topluma...

Küçük bir dedikodu, bir kıskançlık krizi ve kaybolmuş hayatlar... Kaybolmuş toplum ve kaybeden her zaman olduğu gibi ülke. Ama arkasında bir yığın hikaye, bir o kadar da hüzün ve sahte gülücükler...

Hiçbir şey hayatın sonu değildir. Ancak hayat, uzun hüzünleri içine sığdıramayacak kadar kısadır...

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Alır ceketimi giderim...

Bir yangın anı...

Ortalık cehennem gibi.. Her tarafı duman kaplamış, gözgözü görmüyor. Ölümle yaşam arasında bir çizgidesiniz sanki. Bir çıkış bulmak ya da çıkışı bilen birini görmek sizi dünyanın en mutlu insanı yapacak. Ama ne mümkün ortalık dumandan zifir gibi...
İşte tamda o anda, aklınıza bu yanan evin içinden neyimi kurtarmalıyım diye düşünürmüsünüz?.. Düşünseniz ne yazar. Ona ulaşmak için uğraşırmısınız? Hadi kurtardınız diyelim. O kurtardıklarınız bundan sonraki hayatınızın teselli ikramiyesimi olacak?

Sevgili Gelibolu 17 sormuş bu soruyu.. "Evinizde yangın çıksa ve tek bir eşya kurtarmak zorunda kalsanız, neyi kurtarırsınız ?"

Hani biten her şeyin ardından giden adam vardır ya. "alıp ceketini giden" İşte bende o adam misali, yanan bir evin ardından alır ceketimi çıkarım. Kurtarabilecek durumdaysam, elime gelen herşeyi kurtarırım, hiç bir tarafına ve bendeki anlamına bakmaksızın. Ama kurtulacak bir tarafı yoksa... alır ceketimi çıkarım. Herşeye yeniden başlarım. Yanan evimle birlikte o zamana kadar yaşanmış neyim varsa orada bırakarak. Tıpkı küllerinden yeniden doğan gibi. Tıpkı hayata yeni başlamış bir bebek gibi. Tek tek yeniden herşeyimi hazırlarım. Sonra da anlarım ki.... Hiç birşey yaşamamışım aslında. Kimsenin peşinden koşturmadan herkesin beni bulmasını beklerim. Çok beklerim ama olsun beklerim... Yangın günü olur, geri kalan günlerimin ilk günü. Belki olur bu işinde bir hayrı.. Yangın yerinden çıkan yeni ben. Şimdiye kadar olamadıklarımı olurum. Hayatın içinde bulamadıklarımı bulurum. Belki de ben olurum. Bırakılan emanetleri beklemeden yaşayan.

Evimde yangın çıksa, hayatım alt üst olsa... alır ceketimi giderim... Yeniden başlama heyecanını yüreğime doldurup, bırakırım kendimi gelecek günlerin bana sunacağı hayata..
Anılar mı?
Onlar zaten ben var olduğum sürece benimle birlikteler.
Varsın herkes bilmesin.
Ben biliyorum ya.
Gün olur paylaşırım, gün olur gömerim yüreğime...
Yüreğimde olmasın yangın... Yoksa ev yanmış, eşyalar yok olmuş...
Kimin umurunda...
Herşeyin bir başlangıcı olması için birşeylerin de arada bitmesi lazım değil midir....?

7 Temmuz 2011 Perşembe

Istakoz gibi... Çığlık çığlığa...

Birşeyler oluyor. Herkese.. İyi değiller. Etrafımdakiler de, tanıdıklarım da, yanından geçtiklerim de. Bir megapolde yaşıyorum. Bir deryanın ortasındaki ıstakoz gibi. Istakoz gibi çünkü, ıstakozlar hem suda hem de karada yaşarlar. Sadece kıskaçlarıyla yakaladıkları onlar için bir şeyler ifade eder.. Canlı canlı kaynar suya atıldıklarında çığlık çığlığa ölürler. O çığlığı duyanlar biraz sonraki yemekten başka bir şey olarak duymazlar onları. Neden canlı pişirilirler. Çünkü ölmemeliler. Eğer ölürlerse kabuğunun altındaki bakteriler hemen hareketlenip zararlı toksin üretir ve bu toksinler yiyenleri zehirler..  Bu sebeple kaynar suya atılarak ölmelilerki o bakteriler de ölsün. Canlıyken oluşan bakteriler, ıstakozlar hayattayken bir silah olmuyor da ölünce ancak işe yarıyor. Tıpkı öldükten sonra değeri bilinen binlerce sanatçı, ressam, bilim adamı gibi.. Istakozlarda beyin yok, acı hissetmiyorlar. O çığlıklar acıdan değil.. Ters giden birşeyler olduğundan.. Takıldım ıstakoza.. Dedim ya, yaşıyoruz Istakoz gibi...

Pusudayız bir kaya dibinde, yatıyoruz kimse fark etmemişse. Başkalarının çığlığına dönüp de bakmıyoruz. Kaynar suya düşünce bağırıyoruz ama nafile.. Beynimizi uyuşturmuşlar, ayıp olmasın diye bağırıyoruz. Yoksa pekde umurumuzda değil olacaklar.

Ama arkadaş olmuyor ki. nasıl başlarsam başlayayım konu bir şekilde Aziz Nesin hesabı bambaşka yerlerde insanlarımı sorgulayıp yargılayan bir şekle doğru gidiyor. Nedir ki benim derdim. Durduramıyorum içimdeki asi adamı. durduramıyorum içimden gürleyerek gelen çoşkulu isyanlarımı. Ama gülümsüyorum. başka başka bakıyorum etrafıma. Biraz olsun huzurlu, anlayışlı bir hayat için. Huzurlu, anlayışlı insanlar arıyorum. Bulamayınca da oluyorum işte böyle.. Kızmayın bana ama ben böyle olsun istemedim. Bir şeyler oluyor herkese. Bir şeyler ters gidiyor. Kızgın sulardamıyız acaba. Biri dürtse de kendimize gelsek..


Sevmeyi, sevilmeyi, paylaşmayı, gülmeyi, başarmayı seviyoruz... Sevdiğimizi sanarak, sevilmeyi bekliyoruz. Paylaşmak için bir sebep arıyoruz. Gülmek için başarmayı bekliyoruz. Birileri gelsin çeksin kurtarsın istiyoruz. Sonra da uzatılan ellere bakıyoruz öylece.

Hadi be. Başlayalım en baştan. Bir müzik, biraz karpuz, bir dilimde beyaz peynir. Hafiften esen rüzgar, kıyıya vuran dalga sesleri.. Olmasa da varmış farz ederek. Görmesek de görüyormuşcasına. Gülümseyerek bakalım en uzak ufuk çizgisine. Bulutlara anlam yükleyerek. Oynayalım hayatın bize getireceği sonraki günleri düşünmeyerek, gülelim hayatın bize yaşattığı geçmişi düşünerek. Çekelim içimize, en derin köşemize kadar soluduğumuz havayı. Sonra da sıçrayalım kaynar su dolu tencereden. Atılalım yeniden yeniliklere. Yarım yaralı, yarım heyacanlı ama yeni bir başlangıçtaki gibi heyecanlı... Gülelim be hayatın kısa olduğunu anlayan bir derviş gibi.. Yaşayalım be hayatın aslında bir oyun olduğunu hisseden bir eren gibi.
Hadi be hadi... dalalım bir köşesinden yine yeniden... Yaşayalım çığlık çığlığa ama pişmeyelim... Öldükten sonra boşalsın zehrimiz. Yaşarken zehirlemeyelim etrafımzı...

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Bir gün hepsi biter...

Körü körüne bağlanmalar, hesapsızca yaşantılar, acımasız bencillikler. Nasıl oluyorda bu kadar anlaşılmazlığın içerisinde yine de bir şekilde anlaşıp koklaşabiliyoruz. Hepsi yalanmı yada gerçekler bu kadar rezilmi?

Almışız elimize hayatın bir ucunu, yakalamışız sıkı sıkı, keser sapı misali.. Hep kendimize yontuyoruz farkında olmadan. Sonra da çıkıp haykırıyoruz kalbimiz kırıldığında. "ben ne yaptım?" diye..

"Sen hiç bir şey yapmadın, evet hiç bir şey... sadece yaşadın. Hem de sadece kendin için, çıkarların için.." Diyemiyoruz bu soruyu soran kişiye. Bazen hak veriyoruz, çoğu zaman anlamıyoruz.

Hep dardayken arıyoruz dost sesleri, gülerken paylaşmıyoruz gülücüklerimizi. İstiyoruz gözyaşımıza mendil olsun hep, ama gülücüklerimize sebep olmasa da olur...


Bir köşede sessice ağlaşıyoruz. Dostluklardan bahseden ama ne demek olduğunu bilmeyenler için ağlıyoruz. Sonra sevgiden, aşktan başlıyoruz ama hepsinin de bir yere kadar olduğunu anlayamıyoruz bir türlü. Sanıyoruz ki tüm duygular ölümsüzdür. Oysa hayat ölümsüz olan hiç bir varlığı sunmadığı gibi duyguyu da sınırsız sunmuyor bize. Öldürüyor bir yerden sonra en yoğun hissedilen her şeyi... Anlayamadan yaşıyoruz, yaşadığımızı sanarak..

Aşk için, aşk yaşıyoruz, sevebilmek için aşka inanıyoruz. Seviyoruz... Ona da inanıyoruz aşka da. Biten duygular peşinden. Ne ona, ne kendimize, ne de aşka inanmıyoruz. Sanıyoruz ki, inandıklarımız hep var olacak. Tıpkı mutluyken gülebildiğimiz dostlarımız gibi. Tıpkı iyiyken bizi seven patronlarımız gibi. Tıpkı sağlıklıyken hissettiklerimiz gibi...

Yaşadığımız her duygunun, her heyecanın o an için yaşanmışlığını kavrayınca bir sonraki heyecanların değerini yitirmeye başlaması gibi yaşamaktansa... Hiç bitmeyecekmiş gibi hissederek kendimizi de hayatımızı da kandırıp yaşamayı becerebilmeliyiz.. Pembe yalanların bazen çok işe yarayacağını düşünmek gibi...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...