Sayfalar

30 Nisan 2011 Cumartesi

Değiş biraz...

Hayat! Her gün tekrar edişin, değişmeyen monotonluğun eziyor beni... 
Kalk üstümden gidesim var, değişimin yaşandığı, monotonluktan mutluluklara doğru.. 

27 Nisan 2011 Çarşamba

Aşkının götürdüğü yere git...

Gözlerindeki yaş, yanaklarından süzülüyordu, titreyen dudaklarını durdurmak için eliyle müdahale etti ama nafile. Sonra yalnız olduğunu düşününce bıraktı kendini. Şimdi hem yaşlar boşalıyor hemde dudakları titriyordu genç kadının.. Bir yandan ağlıyor bir yandan da anlamaya çalışıyordu ağlama sebebini. Düşünemiyor sadece ağlıyordu. Son zamanlarda bir haller olmuştu, kendisinin bile anlam veremediği bir haller..

Hıçkırıkları hız kesti, yavaşça uzandı, başını yastığa koyup gözlerini tavana dikti.. Boşluğa baktı bir müddet. Mutsuzdu ama sebebini bilmiyordu, ağlıyordu ara ara ama kimin için olduğunu bilmiyordu.. yada ne için..

Bu duygularla boğuşurken kızı geldi yanına, hayatının tek anlamlı insanı, yaşama umudu olan tek varlık. Onu hayata bağlayan tek umudu.. Oynaştılar anne kız, kızına ödevlerinde yardım etti. Beraber pasta yapıp yediler. Akşam her zamanki masalı anlatarak uyuttu kızını.. Sonra kendisi de daldı bir köşede, kızını seyrederek.

Kızı doğduğundan beri böyleydiler. Kızının babası, severek evlendiği adam, terk edip gitmişti. Zaten o gitmese kendisi bırakacaktı. Evlenmeden önceki adam değildi çünkü, hamileyken bitirmişti her şeyi kafasında.. Şimdi ondan kalan tek şey biricik kızıydı. Ayda bir kızıyla görüşüyordu ama kızı hiç istemiyordu babasını görmek. Olsun görmeliydi, ne de olsa babaydı. İstemiyordu kadın, kopsun babasından kızı..

Ertesi gün kızı okuldayken, kadın tek başına evdeydi. Televizyon seyrediyordu bir başına.. Sonra ekranın altından bir haber geçtiğini gördü.. Bir çatışmadan bahsediyordu, birde yaralı bir subayın ismi geçiyordu altında. İsim hiç yabancı gelmedi. Hemen internetten araştırdı. Fotoğrafını buldu.. Ekranın başında taş gibi kaldı.. Bu yaralı subay.. Gencecik bir kızken deli gibi aşık olduğu adamdı.. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı. Önce korktu. "Aman Allah'ım" diye bağırdı. Ulaşmak, bulmak istiyordu ama nasıl bulacağını bilemedi. Yaralıydı, Ankara'da GATA'da yatıyordu. Telefonunu buldu. Bilgi almak istedi ama söylemediler. Telefonda bilgi veremeyeceklerini söylediler..

Ertesi gün GATA'nın bahçesinde bir bankta oturuyordu. Buraya kadar gelmişti ama nasıl yanına gidecek. Gidip ne söyleyecek. Kendini nasıl hatırlatacak... Bir sürü soru vardı kafasında.. Orada o bankta kaç saat oturduğunu bilmiyordu. Cesaretini toplayamadı, gidemedi gençlik aşkının yanına.. Yarasının çok önemli olmadığını, birkaç güne taburcu olacağını öğrendi sadece.. O gece Ankara'da bir otel odasında bir başınaydı. Annesi ve kızıyla konuştu telefonda uzun uzun. Ankara'ya apar topar gelebilmek için kızını annesine bırakmıştı. Durumu olduğu gibi anlatmıştı ve annesi sadece "hadi git" demişti. Çünkü kızını uzun zamandır böylesine heyecanlı görmemişti. Evet gerçekten çok heyecanlıydı, kalbi hala çılgınca atıyordu. O gün görememişti belki ama olsun izini bulmuştu. Artık biliyordu yaşadığını. O gece odasında dolandı durdu. Ne dışarı çıkmak ne de bir şeyler yemek istiyordu. Banyoya girdi, aynada gülümseyen yüzünü fark etti..Tekrar baktı, yakınlaştı inceledi.. Gülümsüyordu... Gözlerinin içi gülüyordu.. İçi içine sığamıyordu. "toparlan be kadın" dedi kendi kendine.. ama olmadı, yatağa uzandı, gözlerini tavana dikti, kollarını başının altına aldı ve gülen gözlerle baktı.. uyuyamadı sabaha kadar..

Ertesi gün yine aynı bankta oturuyordu. Ama bu sefer kararlıydı, görecekti, gidecekti yanına.. Gitti.. Odanın kapısı hafif aralık olduğundan içeri kenardan baktı. Görmek istiyordu ama hakkında hiç bir şey bilmiyordu. Evlimi, bekarmı.. Gözlerini kapattı.. Müsabakaya çıkacak bir sporcu gibi konsantre oldu ve girdi odaya. Uzanmıştı yatağa, televizyon seyrediyordu adam. İçeri girdiğini görünce ona doğru baktı. Tanıyamamıştı "buyrun" dedi sadece..
-geçmiş olsun, yaralanmışsın.. dedi kadın mahçup bir sesle..
-teşekkür ederim tanıyamadım..
-ben... dedi ve kaldı kısa bir süre.. sonra toparlandı, kafasını kaldırdı, ellerini yumruk yaptı, cesaretlendi..
-tam 16 yıl önce gencecik bir kızdım. sana aşıktım deli gibi. ama söyleyemedim. sen ve ben hemen her gece konuşurduk. iki defa görüştük. sen beni çok da görmezdin ama ben sana aşıktım hemde çılgıncasına. Tabii o zamanlardı, şimdi öyle değil. Yaralandığını duydum geldim.. geçmiş osun.... dedi hiç durmadan, nefes bile almadan..
-nerde konuşurduk. dedi adam tebessüm ederek..
-telefonda canım
-ve sen beni duydun. bunca yıl sonra geçmiş olsun demeye geldin öylemi
-evet
-aşkının bittiğine emin misin?
hiç bir şey söylemedi. utandı, yüzüne bakamadı, bakışlarını kaçırdı.
-iyimisin? dedi kadın biraz meraktan birazda odadaki büyülü havayı dağıtmak için.
-iyiyim, çok iyiyim üç güne kadar çıkıcam..
-geçmiş olsun, ben şimdi gidiyorum, gene gelirim..
-teşekkür ederim, beklerim..
kadın yavaş yavaş yürüyerek kapıya yanaştı, çıkmadan önce adam kadına seslendi. "Zeynep, Zeynep'ti dimi?" dedi.. Kadın döndü koşarak adamın boynuna sarıldı... "biliyordum unutmadığını, biliyordum unutmadığını" diye tekrarlıyordu.
Adam, kadının elini tuttu, yanağını okşadı. "bunca yıl beni unutmayan, yaralandığımda koşarak bana gelen bir kadının adını nasıl unutabilirdim" derken bir yandan da kadının gözlerindeki ışıltıya hayranlıkla bakıyordu..

Kadın iki gün daha kaldı Ankara'da ama artık dönmesi gerekiyordu. Kızına, kendini bekleyen dünyasına döndü. Bu iki gün boyunca yıllar önce aşık olduğu adamı, her gün görmüş, uzun uzun sohbet etmişlerdi. Hayatı onunla tekrar anlam kazanmıştı. Artık ağlamıyordu, artık gözlerinden yaşlar değil ışıltılar saçılıyordu. İçindeki mutluluğu durduramıyor, etrafına gülücükler dağıtırken, yaydığı enerji herkesi mutlu ediyordu.

Şimdilerde hâla telefonda görüşüyorlar, ikisi de kendi dünyalarında yaşıyorlar. İkiside içlerindeki boşluğu dolduran tarif edemedikleri bir duyguyla yaşıyorlar. Ama en çok da kadın, aşkının götürdüğü yere gitmek için yaptıklarından kendini daha çok seviyor, kendiyle daha bir barışık yaşıyor.. Hayatın götürdüklerinden çok getirdikleri de olabileceğinden ümidini kaybetmeden yaşamaya devam ediyor. Arada aşkının o sıcak sesini duyarak yaşamak bile ona yetiyor...

26 Nisan 2011 Salı

İşte!! Kadın-erkek farkı...

Biraz önce cadde üstünde bir arkadaşımın dükkanına uğradım. Dükkanda kılık kıyafetten değişik aksesuarlara kadar çeşit çeşit malzeme satılıyor. Köşe başında şirince sıcacık, içeri girenin alışveriş duygusunu kabartacak tarzda döşenmiş bir dükkan. Hemen giriş bölümünde büyükçe bir gözlük standı var. Malum yaz geliyor ya arkadaşımda doldurmuş her çeşit güneş gözlüğünü..
Çaylarımızı içerken bir yandan da dükkana girip çıkanları izliyordum. Aslında pek sevmem alışveriş mekanlarında uzun süre kalmayı ama nedense biraz takıldım..
İçeri önce iyi giyimli gençten biri girdi. Direk gözlük standına gitti, birkaç gözlük denedi hiçbirşey söylemeden gitti. Sonra biri daha geldi bir tane gözlük denedi ve gitti. sonra biri daha derken, neredeyse 10 dakikada bir, birileri gözlük deneyip gidiyorlardı. Ama gelenlerin hepsi erkekti. Gözlüğü deniyor ama almıyorlardı.. Tamda ne tuhaf derken içeri 20-25 yaşlarında oldukça hoş bir bayan girdi. Gözlüğü aldı, gözüne takmadan aynanın karşısına gitti ve… gözlüğü kafasına taktı yani gözüne değil kafasına… sonrada dönüp “yakışmışmı” diye sordu.. Ben ifadesiz yaklaşık 30 saniye sadece baktım.. “sana soruyorum yakışmışmı?” diye sordu yeniden. Ben hafifçe tebessüm ederek “hanımefendi o gözlük, yakışması için gözünüze takmanız lazım” dedim. kadın hiç istifini bozmadan “ama ben güneş gözlüğünü böyle kullanırım” dedi.. hiç bir şey söyleyemedim. öyle baktım saf saf. Sonra iki tane gözlük aldı ve gitti. Arkadaşım tebessüm dolu bana bakıyordu. Bir süre sessizce birbirimize baktık ve sonra sanırım hiç konuşmadan uzunca bir süre güldük..
Şimdi desemki. “kadınlar ah bu kadınlar.. sizi anlamak istiyorum” diyeceksinizki “anlayamazsın. çünkü biz zekiyiz”.. bu böyle sürüp gidecek. Ama güneş gözlüğünü saçına takıp toka gibi kullanmayı düşünebilen, hadi o şekilde kullandı diyelim, güneş gözlüğü alırken ilk baktığı şeklin öyle (toka yada bant gibi) olmasını bana mantıklı bir şekilde açıklayabilecek bir kadın varsa sabaha kadar dinlemeye hazırım..

25 Nisan 2011 Pazartesi

Uzayda hayat yok. Dünyamızı yaşanacak hale getirelim yeter..

Tam 10 dakikadır bir resme bakıyorum. Büyütüyorum, eviriyorum, çeviriyorum, yakınlaşıp uzaklaşıyorum ve öylece bakıyorum. Kimi zaman hayranlık duyuyorum, kimi zaman ürperiyorum ama genelde burkularak, hüzünlenerek bakıyorum. Dalıyorum yaşanmışlıklara, yıpranmışlıklara… Yok olup giden milletleri, kaybolan insanları, geçip giden zamanın anlamsızlığını düşünüyorum. Benim gördüğüm şekliyle bu resmi görmek için yapılan fedakarlıkları, harcanan ucu açık paraları, insanların emeklerini, fedakarlıklarını, çılgınlıklarını hayal ediyorum. Sonra bu görüntüyü ilk gören insanı düşünüyorum. Kendimi onun yerine koyup o hissi anlamaya çalışıyorum.. Heyecanlanıyorum.. Öylece kalıyorum.. Büyüleyici görüntüsünü uzaklardan, binlerce kilometre uzaktan görebilme şansı olan bir başka varlık düşünüyorum. Onun düşüncelerine giriyorum. Mutlaka ulaşmak isterdim, en azından bir göz atardım diyorum bu göz alıcı mavi gezegene.. Sonra da kendimi camgöz bir uzaylı gibi görüp gülüyorum halime. Sıyrılıyorum tüm duygularımdan..

Başka bir resme bakıyorum şimdi. İlk aya inen adamın fotoğrafına Neil’in fotoğrafına. Yakın arkadaşım gibi oldu ama olsun. İkimizde dünyalıyız ne de olsa.. Sonra Houston’u görüyorum. Filmlerde sürekli panik halinde kulaklıkla yaşayan adamların resmine bakıp gülüyorum. “Adamları gönderin uzayın derinliklerine sonrada bağlantı peşinde koşun..” diye söyleniyorum.. Apollo ve Sputnik ismini bana ezberlettikleri için kızıyorum. Ruslara da Amerikalılarada.

Sonra o devasa uzay aracının, inanılmaz gürültüyle ve milyon tane aracın egsozundan çıkabilecek bir dumanla havalanışını hatırlıyorum. İşte burada kalıyorum birden. çünkü bu kalkışın sadece Houston’dan değil Ankara’dan ya da Konya ovasından yapıldığını düşünüyorum. Yada teknoloji geliştikçe her mahallenin uzaya bir araç gönderdiğini düşünüyorum. hakkatten tırsıyorum. Hani uçan araçlar misali. olmayacak iş değil.. Şu an itibari ile girilmeyen, gözetlenmeyen bir yanımız kalmadığından, dinlenmeyen hiç bir muabbetimiz olamadığından gelecekte bu işin sonunun nerelere varacağını düşünüp kalıyorum. Tırsmam tastamam ondan..

Kirletilen atmosferde çığlık atan oksijen partiküllerini düşünürken bir an için nefessiz kalıyorum..

Tamam uzayları keşfettik, uzaydan dünyamızın resmini de çektik ama artık burada duralım. Yoksa resmi çekilecek bir yerimiz kalmayacak. Uzaya açılalım, başka gezegenler bulalım, aya üs kuralım Mars’ta da yaşayalım derken. Asıl tapulu evimizden olacağız. Atmosferi darmadağınık ettik. Dünyanın dengesini öyle bozdukki, birdaha dengeye girermi bilinmez. Hepsi tamamdı. bak ne güzel anladık dünya yuvarlak, güneş sistemi içindeyiz. Enerjiyi güneşten alan bir gezegende yaşıyoruz. Ama daha fazlasını istemeyin. Siz daha fazlasına ulaşmak istedikçe, dünyayı yörüngeden çıkaracak, karanlıklara yuvarlayacaksınız. Medeni olun dedik, Andromeda galaksisine kadar gidin demedik. Hem uzaylı varmı yokmu onuda merak etmeyin artık. Ne uğraşıyorsunuz, bırakın onlar merak etsin gelsinler. Hadi diyelim uzayda hayat var. O zaman ne olacak?? Ali Ağaoğlu oralara residance mı yaptıracak. Yada oaralarda dünya manzaralı odalarda tatilmi yapılacak..Dünyanın işini bitirdik, yaşanacak hal kalmadı. Şimdide uzaydakilerimi tüketmek niyatindesiniz.

Girilmemiş orman, ellenmemiş doğal alan, kirletilmemiş deniz bırakmayın dünyada. Sonrada çıkın uzaylara yer bakın. Tüm kainatı yerle bir etmeye çabalayın durun asırlar boyu. Dünya 100 yıl öncesine kadar tertemizdi. Atmosferi pırıl pırıldı, ne bir yamaya ihtiyacı vardı, nede eriyen buzulları. Ama teknoloji geliştikçe merak arttı. Hırs sardı insanları, tüm dünya benim olsun istediler. Atomu parçaladılar ve o gün kirlettikleri yerde hala ot bitmiyor. Sonra gelişen teknoleoji ile beraber medeni!! toplumlar dünyada bizimle birlikte yaşamak istemediler ver elini Mars demeye başladılar. Galaksiler arası takılmak istediler.. Yemezler… Önce çöplüğe çevirdiğiniz dünyamızı tekrar eski haline çevirin ondan sonra da defolun gidin zaten. Ama oralarda karşılaşacaklarınız bakalım size bizim kadar katlanacaklarmı. saygıdeğer medeniler…

Ben kendimi hep şanslı saymışımdır. Türkiye’de yaşıyor olmaktan. Hemen hemen bütün bölgelerini gördüm. Karadeniz bir cennet.. Akdeniz bambaşka bir dünya. Doğu ve Güneydoğu, kültür fışkıran tarih fışkıran bölgeler.. Ege zaten anlatmaya ne gerek var yaz boyu hemen her akşam görüyorsunuz. (Tabii ben Bodrum barlarından bahsetmiyorum sadece.. :) Oralar şimdi konumuzla alakalı değil. sonra gelirim oralara, yaza doğru..) Ama kahroluyorum Karadeniz’imin ormanlarını yok etme adına yapılan çalışmaları gördükçe. Kahroluyorum memleketimin değerlerine sahip çıkılmayıp, bu işi ejnebilere bıraktıklarını gördükçe.. Ama hepsinden önce dünyalıyım bende. Kendi ülkemi korusam da arkadan tükenen dünya ile bende yok olup gitmeyecekmiyim..

Yani diyorum kii.. Bırakın uzaylıları uzayın derinliklerini. Çözdük gizemini bir yere kadar dahasını çözmek işi karmaşıklaştıracak. Gelin biz dünyamıza, evimize dönelim, kurtarıp temizleyelim. Başlayalım bir yerlerinden.. Yoksa uzaklara gittiğinizde, sıkılırsanız bir gün.. dönecek bir yeriniz olmayacak…

Uzayda hayat ta yok uzaylıda.. Aranmayın. Oralarla uğraşırken, gönderdiğiniz her uzay aracının yarattığı kirlilik boğacak dünyayı. Boşa para harcamayın. O paralarla dünyayı kurtarın.. Hadi dönün evinize hadi... akşam oldu…

24 Nisan 2011 Pazar

Sınavlardayım...

Bugün unuttuğum bir duygumu canlandırdım. Israrla çoktan seçmeli hayata karşı olan ben, çoktan seçmeli bir gün geçirdim. Herşeyi halletmiş gibi, akademik personel ve lisansüstü eğitim (Ales) sınavına girdim. Unutmuşum küçük lise sıralarını, unutmuşum birilerinin gözetiminde geçen zamanla yarışmayı ve unutmuşum bu zaman içinde tüm soruları çözmem gerektiğini. Çünkü yetmedi zaman, yetişmedi hepsi. Sanki sorular sadece bana, çözeyim diye verilmiş gibi tek tek ve usul usul çözmeye başladım. Gözetmen arkadaş "son yarım saat" dediğinde hatırladım bir zaman dilimi içinde bitirmem gerektiğini. Ama olsun yinede yaptım bir şeyler. Güzeldi sanki. Güzel olan sınavın başarılı geçmesi değil sınavın bana hatırlattıklarıydı..

Peki bu sınav neden yapılıyor?? Üniversiteyi bitirenlerin herhangi bir konuda yüksek lisanas yapmak istemeleri durumunda, istenen taban puanı almaları için. Almasa ne olur? Ne olacak bilgi seviyesi yetersiz görülür. Adam üniversiteyi bitirmiş ama sonradan bunamış olur ya da üniversiteyi bir şekilde bitirmiş, kopya falan geçmiş işte olur. Yada en kötüsü üniversite mezunu ama aldığı eğitimin bir üst seviyesinde eğitim almaya yeterli değil olur.. Sadece üniversite mezunu olabilir başka bir işe yaramaz. Şöyle bir anlayıştandır belkide. "arkadaş her önüne gelen yüksek lisans yapmasın, bu işlerde ayağa düşmesin" demiştir, çok bilen profesörler grubu.

Sınavdaki soruları bir görseniz, daha iyi anlardınız beni... Bu soruları okurken ister istemez sürekli soruyorsunuz kendi kendinize.. Ben bu soruyu çözmesem ne olacakki? yada bumu yani!! bu kadar basit soruların neresi ayrıştırıcı sorular? Hiç anlayamıyorsunuz bu sınavda neyin ölçüldüğünü. Sınavdan sonra herkes konuşuyor kolaydı, zordu diye ama ortak karar, zamanın yetmediği yönünde.. İşte o zaman anlıyorsunuz ki bu çok bilen profesörler hızlı düşünen ve uygulayan adamları almak istiyorlar bu eğitime.. Evet! diyorsunuz o zaman kendi kendinize, ikna olmuş numarası yaparak.. "Tabii yaa, hayat zaten hızla geçen zamana ayak uydurabilenin hayatı. Senmisin soruları tane tane çözmeye çalışan dingil.. Kim ne yapsın seni.."

Sınavın gerekçesini anladıktan sonra bu sefer başka bir sıkıntı çöküyor içinize. Ama diyorsunuz bu nasıl standart ya adam her şeyi sindirerek çözüyor ve en doğru sonuca ulaşıyorsa.. Bu tip bir adamın hiç şansı olmayacakmı.. Bu zavallı, doktor yada profesör olamayacakmı, böyle bir şansı ona kimse vermeyecekmi. Bütün suçu sorunları önce algılayıp sonra çözme çabasımı. Oysa gitseydi bir kursa, ezberleseydi soru kalıplarını, verseydi bir çuval para,  anlayamadığı ama kalıbını bildiği soruları çözüverseydi bir çırpıda, alsaydı en yüksek puanları, bu dahi adamı almak için tüm üniversiteler yalvar yakar olsaydı.. Ne güzel olurdu, akademik oluverirdi işte...

Eğitim sistemi üzerine laf etmeyenim, eleştirmeyenin, yerden yere vurmayanının neredeyse olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Ortalık üniversite mezunu işsizle dolu.  Hergün mantar gibi üniversite açılıyor yurdumun en ücra köşelerinde bile. Bu mantar gibi üniversitelerde mantara ancak şişe olabilecek yeterlilikte hocalar eğitim verdiklerini sanarak, okutuyorlar üniversitede okuduğunu zanneden garibanları. Sonrada o garibanlar okudukları alanda yükselmek istiyorlar ama birileri diyorki "hayır!! sen buraya kadardın, üniversite mezunu işsiz olarak yaşayacaksın bundan sonra.."  Saçmasapan ve güvenilirliği her geçen gün zayıflayan bir sınavla adam seçmeye çalışıyorlar, dalga geçercesine...

Mademki seçim yapacaksın kurarsın heyetini, açarsın kapılarını herkese, tek tek alır, mülakatmı yaparsın ne yaparsan yaparsın, alırsın insanları eğitime. Ama olmaz dimi o zamanda adam kayırmaca başlar.. Tabii olmaz ki ne yapsak olamayacak, güvensizlikler üzerine yaşayan bir ülke... Güvensizlik üzerine kurulmuş bürokratik engeller ve işin olmaması için yaşanan bürokratik sabotajlar.. Sonrada birbirine güven sözü veren bürokratlar... Sahtekar dünyamın, yapmacık neferleri... Siz adam seçseniz ne olacakki.. Bence bırakın bu işleri, bir köşeye oturun ve düşünün millet uzayda fink atarken ben hala dünya yuvarlakmı değilmi niye düşünüyorum diye. Yada bir beş çayında tartışın yanlış yaptığınız yerleri... Ama olmazki... onuda yapmazsınızki. Hep eleştirenler haksızdır çünkü, hep halk isyankar, hep öğrencidir kopyeci ve yalancı.... Bir gün aslında gerçek hatalının kim olduğunu anlayacaksınız ama bu pişmanlığınızı anlatacak halk bulurmusunuz bilmem...

Bu arada sınava girerken kalem bile götüremiyorduk, yasaktı çünkü kopye kaygısından. ÖSYM'nin hediyesi bir çift kalem, bir silgi ve kalmtraşla yanıtladık soruları.. Hatta sınav kitapçıkları ve cevap kartları bile kişiye özel basılmıştı... ne güzel dimi, kopye çekmek imkansız..!!

23 Nisan 2011 Cumartesi

Hadi bayrama...

Annem elimden sıkı sıkı tutmuş, okula doğru gidiyorduk. Üstüme su sıçramaması için parmaklarımın ucunda yürümeye çalışıyordum. Bembeyaz pantolonumu daha o sabah ütülemişti annem. Sadece pantolonummu, gömleğimde bembeyazdı..  Aslında alışkın değildim annemle birlikte okula gitmeye. Ama o gün başkaydı. Annem bir eliyle beni tutarken diğer eliyle yağan yağmurdan korumaya çalışıyordu hem beni hem de kıyafetlerimi, tuttuğu şemsiyeyle..
Çok ciddi engelleri aşarak geldik okula.. Yağmurda hız kesmişti biraz ama annem hala şemsiyeyi üstümde tutuyordu kendi ıslaklığına aldırış etmeden.. Sonra benim gibi bembeyaz giyinmiş arkadaşlarımın yanına gittik. Onlarda anneleriyle gelmişti. O yıllarda babalar katılmazdı pek bir şeye. Hatta velisi babası olan hiç arkadaşım yoktu. Babaların yegane işi sabah akşam çalışmaktı çünkü.. Çocukları büyütmek tamamen anneye bırakılmıştı. Anlıyacağınız ortalık çocuğuna şemsiye tutan annelerle doluydu. O ilginç kareyi çok net hatırlıyorum hala..
Yağmur dindi. Annelerimiz ellerinde taşıdıkları koca poşetlerden tül kanatlarımız çıkardı, ustaca iliştirdi kıyafetlerimize.. Birer kelebek olmuştuk. Beyaz kelebek..
O gün 23 Nisan’dı..
Neredeyse ortaokula kadar 23 Nisanlar benim için önce kelebek olmak sonrada o kıyafetle şiir okumak demekti. Aylarca hazırlarlardı bizi… bizde hiç sormazdık.. Bu günler özelse neden özel demezdik hiç. Birer kelebek olur, şiirler okur yine annemizin elinde eve dönerdik. Hepsi bu… Ama heyecan vardı, bir şeyler yapmış olmanın verdiği mutluluk vardı. Ne biliyim doğallık ve şirinlik vardı.. Tarihi hiç bir şey bilmiyorduk ama o günün sadece çocuk bayramı olmadığını biliyorduk en azından. Çocuk aklımızla büyüklere bir şeyler öğretiyor sanki onlara bir mesaj veriyor gibiydik. Çok umurlarında mıydı bilmiyorum ama olsun biz biliyorduk ki 23 nisan önemli bir gündü…
Oysa şimdi yapılması gerektiği için yapıldığını, her taraftaki büyük mağazaların mevcut bütün günlerde olduğu gibi bu günüde en karlı geçirme yöntemlerini bularak çocuklara inanılmaz tahrik edici tuzaklar hazırladığını görüyorum. Bu günün anlam ve önemi bir şeyler yapma, sunma becerisinden çok alışveriş yapma şekline doğru kaymış durumda yazık ki..
O günlerde çok bir şey bilmiyorduk asla çocuklarımıza yada eğitim sistemine laf söylemiyorum. Hatta ekonomiyi düzeltme işini çocuklara, sevgililere, annelere birazda babalara bıraktıkları için takdir ediyorum biraz belki…! İçin için söylensemde çok ciddiye almayın. Çünkü bende biliyorum bir çocuk için en değerli şeyin sadece 2 gün oynayacağı bir oyuncak olduğunu.. Ben de biliyorum çocukların bu tip törenlerden çok keyif almadıklarını.. Bende biliyorum çocuk olmanın ne demek olduğunu..
Ama bilemediğim bir şey var.. Bunca masrafa bunca uğraşa rağmen 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve çocuk bayramının ne demek olduğunu bilmeyen anneleri, babaları.. Bütün bu kutlamaların ne anlama geldiğini bilmeyen çocuklarına, annelerin hala sadece şemsiye tutmalarını.. Akşamları haberlerde devlet büyüklerinin koltuğuna oturan çocukların nasıl seçildiğini… Geçen bunca zamana rağmen çocukların neden beyaz kelebek olmak zorunda olduklarını bilmiyorum, anlayamıyorum…
Tamam bugün çocuk bayramı.. Ben çocukları çok seviyorum.. Onlara çok güveniyorum.. Tüm çocukların gözlerinden öpüyorum.. Bayramımızı kutluyorum. Hepimiz bir çocuğuz çünkü. Bir yanımız hiç bir zaman büyümez…

21 Nisan 2011 Perşembe

Unutulan savaş ve gerçekler...

Size Cumhuriyet döneminde yaptığımız en önemli ve en uzun süren savaş hangisiydi diye sorsam ne dersiniz?
Çoğunuz Kıbrıs savaşı dediniz, çok büyük bir ihtimalle. Evet haklısınız. Kıbrıs önemli bir savaştı ama en uzun süren savaş değildi. Türk askeri orada da destan yazmış, isimsiz kahramanlar canı pahasına savaşmışlardı..
Fiili savaş 20 Temmuz 1974′te başlamış 16 Ağustos 1974′te bitmiş. Sonrasında tam bir barış antlaşması yapılamadığından bu günlere gelinmiş. Bu savaşta Türk Silahlı kuvvetlerinden toplam 498 askerimiz şehit olmuştur.
Ama unutulan bir savaş daha vardı. Kıbrıs kadar yakında değil, binlerce kilometre uzaklarda.. Kore’de.. Unutulan, unutturulan, ilgilenilmemiş olan Kore Savaşı…
Kore’de askerlerimiz tam 3 yıl boyunca savaşmışlar. Hemde hiç tanımadıkları, kültürünü bilmedikleri ve hiç bir şekilde bize benzemeyen çekik gözlü uzakdoğu insanları için. Güney Kore halkı için.. Canlarını dişlerine takarak, olanca güçleriyle savaşmışlar.
İlk çatışmaları beklemedikleri bir anda olmuş. Düşmanını ve onun sinsiliğini tanımayan şefkatli askerlerimiz haince bir planın ortasında bulmuşlar kendilerini. O ilk çatışmalarında yok olmak üzereyken kurtulmuşlar bir şekilde, ama en fazla zaiyatı da orada vermişler. Üç gün içinde.. 218 şehit, 94 kayıp, 455 yaralı…
Sonra toparlanmışlar elbette ama artık bu savaş Kuzey Kore – Güney kore savaşı olmaktan çıkmış, bir onur ve intikam savaşı olmuştur.
İlk başta destek ekibi olarak Kore’ye giden tugayımızın yaşadığı bu ağır darbe, savaşın bizim askerimizin gözündeki anlamını tamamen değiştirmiştir. İşte hiç bir tarihçi bu ayrımı yakalayamamış maalesef. Bu savaş sürekli “ne işimiz vardı orada? neden gidiyoruz sanki? Bana ne birleşmiş milletlerden..” gibi isyanlarla karşılaşıldığı için, çoğu yerde anlatılamadan sadece bir dip not şeklinde kalmıştır, tarihin en acımasız sarı sayfalarında..
Oysa oradaki kahramanlıkların, hiçde unutulacak cinsten olmadığını hatırlatmak istiyorum.. Kore savaşı, Türk askerinin dünyaya yeniden korku salmaya başladığı, Kurtuluş savaşından sonra kendini gösterdiği, düşmanlarını bir daha düşünmeye sevk ettiği, inanılmazı başararak Güney Kore ve Amerikan birliklerini defalarca yok olmaktan kurtardığı en önemli savaştır.. Yapılan kahramanlıkları anlatma niyetinde değilim, araştırsanız binlercesini bulursunuz. Ancak küçük bir bilgi vermek istiyorum çokda bulamazsınız düşüncesi ile..
Bu savaşta 721 askerimiz şehit olmuş, 2147 askerimiz yaralanmış, 234 askerimiz esir düşmüş, 175 askerimizde kaybolmuştur…
Esirlerin 9′u savaş bitmeden kısa bir süre önce esir düşmüş ama geri kalan 225′i üç yıl süren bir esaret hayatı yaşamışlar. Bizim ülkemizden olduğu gibi, savaşa katılan diğer 17 ülkedende değişik sayılarda esir düşenler olmuştur. Ancak ilginç olan ve uluslararası boyutta hiçbir asker kişi yada deneyimli profesorlerin cevap veremediği bir sonuç vardır… Bizim 234 esirimizin hepsi savaş bitiminde ki esir değişiminde, tam mevcut olarak yurda dönmüştür. Başka hiç bir ülke tam mevcutla dönmeyi başaramamış, esirlerin yarısından çoğu ya esir kampında hastalıktan ölmüş ya da Çin’lilerin yaptığı komunizm propagandasından etkilenerek oralarda yaşamayı seçmişlerdir..
Esirlerimizin büyük bir çoğunluğu kendiliğinden teslim olmamış yaralı olarak ele geçmiştir. Ama buna rağmen nasıl olmuşta ölmeden ve iyileşmiş olarak ülkeye dönmüşlerdir.
İşte bu sorunun cevabını bulmak için bir heyet bile kurulmuştur.. Çünkü bizim sürekli örnek aldığımız, ya da taklit ettiğimiz o medeni ülkeler bu birlik beraberlik anlayışını bir türlü kavrayamamışlardır.
Esir kampında, askerlerimiz kendi içlerindeki hiyerarşik yapıyı asla bozmamışlar. Hergün sabah yoklamalarını almış ve iş bölümü yapmışlar. Hekese ne yapması gerekiyorsa onu yapmış… oflamadan puflamadan… Diğer ülkelerde böyle bir şey sözkonusu bile değil tabii..
Bizimkiler hasta ve yaralılarla ilgilenilmesi için mutlaka birilerini görevlendirmişler. Oysa diğer ülkelerde herkes sadece kendini düşündüğünden hastalar hergeçen gün daha kötüye gitmiş yaralılarında bakımsızlıktan yaşama şansı hiç kalmamış..
Verilen günlük yiyecek, ki o da bir kova süpürge tohumu yada o tarz bir şey, mutlaka paylaştırılmış. Hasta ve yaralılara diğerlerinden daha çok verilmiş güçlenmeleri için.. Diğer ülkelerde kim kaparsa o yemiş kapamayanlar da tahta kemirmişler..
Yapılan proğagandalardan etkilenenler yada casusuluk yapanlar fark ettirilmeden cezalandırılmış, yalnızlığa terk edilmiş ama mutlaka yeniden kazanılmış. Diğer ülkelerdeki esirler birbirlerinden haberi olamadığından bu durumu fark edenler bile olmamış. Grubun içindeki yunanlı esir bile bizimkilere ayak uydurarak hayatta kalmayı başrmış. Dikkat edin Yunanlı diyorum….
Çok uzatmak istemiyorum, bilirim yazı uzadıkça okunmaz..
Sonuç olarak, bu savaş bizim millet olma özelliklerimizi dünyaya yansıttığımız ama kimselere anlatamadığımız kayıp bir savaş olarak kalmış. Oysa anlatılacak o kadar çok kahramanlık hikayeleri varki.. Arada birkaçını paylaşırım sizinle…
Birde site yapmışlar. Şehitleri, hikayelerini ve savaşları anlatıyorlar.. Kore savaşı sitesine bir göz atın…   Koreliler bizi neden bu kadar seviyorlar anlamış olursunuz..

20 Nisan 2011 Çarşamba

kardeşim, dostum, arkadaşım… doğum günün kutlu olsun…

İlk kapı aralığından gördüm seni. Minik, miniciktin.. İşte o an hissettim, hayatımın  en anlamlı kişisi olacağını. Odadaki herkes heyecanlı, mutluydu. Annemi gördüm, gülen yüzünü. Sana bakıyordu yorgun ama mutlu gözlerle..
Ağlıyordun o an ama hiç rahatsız etmemişti ağlamaların. İçime tatlı bir heyecan oturdu. Daha yakından görmek, dokunmak istedim. O gece yarısı gelmeye karar vermiş, annemi sabaha kadar uğraştırmıştın ama sonunda sabahın kör bir saatinde değil, tam da okula gitme zamanında açmıştın dünyaya gözlerini… Bir el sırtımdan tuttu çevirdi beni gerçek dünyama, ağzıma bir kaç lokma tıkıştırıp “hadi okula” diye bağırdı. Aklım sende gittim okula.
Büyüyüşünü seyrettim. Her anım seninle olsun istedim, arkadaşlarımdan çok seninle oynamayı tercih ettim. Biriktirdiğim harçlıklarımla çok isteyip sana almadıkları ne varsa aldım. Sana bir şey almak beni o kadar mutlu ediyorduki, kendime aldıklarımın bile değeri yoktu.  Seni mutlu etmek bana mutlulukların en büyüğüymüş gibi geliyordu.
Sen büyürken bende büyüdüm.. İlkokul, ortaokul hep seninle bitti. Ayrı kaldığım zamanlardaki sıkıntılarımı hala hatırlıyorum. Bir gün boğuşurken, derin soyulmuştu. Acı duymayasın diye bilmem nerelerden sana krem almaya gitmiştim. Krem sürersem iyi gelir diye düşünmüştüm o çocuk aklımla.. Çok korkmuştum kimseye söyleyemeden seni tedavi etmiştim..
Sonra ortaokul bitti. Ben büyürken uzaklaşmaya başladım senden. Sen okula başladın ben liseye… Ergenlik gelmişti. Seni eskisi kadar fark edemez oldum. Sonra üniversite yılları. Ayrı şehirlerdeydik. Sen kendi kendine büyüyüp gidiyordun. Ben seni hala çok seviyordum ama artık hayatının her anında olamıyordum…
Bir gün… İşte bir gün.. Bir yaz tatilinde.. Onyedi yaşındaydın.. Bana “sen kimsin?” dedin. Ama kızarcasına değil, hesap sorarcasına da değil. Sonra anlattın…
-Küçücük bir çocukken, hatırlıyorum seni. Seni çok sevdiğimi de hatırlıyorum ama sonra.. birden yok oldun gittin. Arada bir görmeye başladım. Çocukluğumdan biliyor ve seviyorum. Çünkü abimsin. Ama ben seni sırf abim olduğun için sevmek istemiyorum ben seni gerçekten sevmek istiyorum…. dedin ve sustun.. Bana söyleyecek çok söz bırakmamıştın. Yediğim, içtiğim her şey boğazıma düğümlendi. Yutkunamadım. Öylece kaldım.. haklıydın çünkü.. hemde çok haklıydın…
-O zaman benim yaşadığım yere gel, kal benimle bir kaç gün, tanışalım. dedim.. gözlerim dolu dolu..
Geldin kaldın yanımda uzunca bir zaman. Seni uğurlarken sarıldık..”İşte şimdi seni gerçekten seviyorum” dedin. Ondan sonra bir daha biribirimize olan sevgimizi hiç sorgulamadık. O ilk kapı aralığından seni gördüğüm günkü heyecanımı hiç kaybetmeden sevdim seni…
Bugün seni o kapı aralığından gördüğüm günün yıldönümü.. Yine uzaklardayız, yine yanyana değiliz ama olsun seni o ilk günkü gün kadar yakın, o ilk günkü kadar candan seviyorum..
Canım kardeşim doğum günün kutlu olsun…

19 Nisan 2011 Salı

Biraz ben, biraz sen...

Aptallarla tartışma, dışarıdan bakanlar farkı anlayamayabilirler..
Sevgini göstermek için çok uğraşmana gerek yok dinlemesini bil yeter..
İnsanları kitap gibi düşünün, kapaklarına bakıp aldanmayın. Okudukça değerini anlarsınız..
Zaman; geçip giderken, seni önüne katıp götürmesine izin verme.
Üzgün olduğunda bile gülümse. Gülümsemenin verdiği enerji seni tazeleyecektir..
Tanıdığına karar vermeden seni tanımalarına izin ver…
Bilmeden konuşanları da dinle. Dinleki söz sırası sana geldiğinde bilmediğini anlayabilsin..
Sevgini anlatırken karşındakinin gözüne bak.
Telefonu telefon etmek için, saati saate bakmak için kullan.. Hayatla arana markalar sokma..
Yüksek hedeflerin olsun ama alçak düşüncelerle ulaşılanlardan değil..
Yükselmek için bastığın omuzlara inmek için de ihtiyaç duyabileceğini unutma…
Fırsatları kaçırdım diye üzülme, belki de o kaçırdığın fırsat sayesinde hayattasın…
Sen yaşaman gerekeni yaşarken, hayat senin arkandan olabilecekleri planlıyordur..
Nereye gideceğini bilmiyorsan hangi yoldan gittiğinin önemi yoktur..
Alışkanlık anahtarsız bir kelepçedir. Anahtarı, yeni alışkanlıklar oluştukça görünür..

18 Nisan 2011 Pazartesi

Gülelim, ağlayanların inadına…

Hayata gülerek bakıyorum, sonrada etrafımdaki gözyaşlarını fark ediyorum. Gülümseyen gözlerimden saçılan ışıklarımla aydınlatmaya çalışırken etrafımı dilim durmuyor. Olabilecek tüm sıkıntıları dillendiriyor hiç durmadan söyleniyorum, ahlaksızlıklara, yalancılıklara, sahtekarlıklara, ülkemi satıp savmak isteyenlere… Dahası sapıklara, ölçü bilmeden kişisel haklara saldıranlara, özgürlüğümü alıp götürmek isteyenlere…
Cumhuriyetimin yetiştirdiği tüm değerlerin yok edilmeye çalışıldığını görüyorum, gözlerimden saçılan mutluluk penceremde perdeler kapanıyor bir bir. Hüzünleniyorum bu sefere sadece hüzünleniyorum.
Dünün kahramanlarının bugün terörist olduğunu haykıranlara bakıyorum hayretler içinde. Dünkü teröristlerin alkışlandığını, desteklendiğini görüyorum. Azıcık içeri sızan ışığında kapandığını anlıyorum.. Artık ışık göremiyorum.. Ürküp oturuyorum.. Gölge oyunu yapanları izliyorum. Gerçekleri saklayıp gölgesinden korkanların cesur olduklarını görüp kalıyorum…
Hayata gülerek bakıyorum hâla ama bu sefer ki gülümsemelerim mutluluğumdan değil, yapılan her türlü haksızlığı anlayıp çaresizce teslim oluşumdan.. Erdemdir gülümseyebilmek her türlü zorluğa, işkenceye rağmen diye bildiğimden… gülümsüyorum…
Bu sefer gözlerimden ışıl ışıl saçamıyorum huzurumu, dilimde dönmüyor. İfade etmek de istemiyorum…. sessizce bekliyorum sıranın bana gelmesini…
Ülkemin bu kadar kadersiz oluşuna, bu kadar ürkek oluşuna anlam veremeden çırpınıyorum. Biliyorum başka çırpınanların da olduğunu ama birleştiremiyorum ellerini, hareketlendirip, heyecanlandıramıyorum yüreklerini…
Ama olsun pes etmiyorum hala bir ümit var içimde diyerek gülümsüyorum.. Ben gülümsedikçe, en azından etrafımdakilerin gülümseyeceğini biliyorum…
Ülkemi seviyorum, bu güne kadar yaptığım fedakarlıkların, hepsini helal ediyorum… Ama artık hep birlikte çalışılması gerektiğini düşünüyorum ve haykırıyorum.. Emperyalistlerin elini çekmesini istiyorum ama biliyorum hayal kurmanın da bir gün suç olacağını.. Ondandır artık susuyorum.. Bir müddet…
Hayata gülümseyerek bakmaya devam ediyorum…. Şimdilik.
Ağlayarak milyonları peşinden sürükleyenlerin inadına gülümsüyorum…

17 Nisan 2011 Pazar

Deveye diken...


Hava alanları restoranlarına yada şehirler arasındaki mola yerlerine mutlaka yolunuz düşmüştür.. Hani gözünüzün içine baka baka sizi kazıklamaya çalışan insanların çoğunlukta olduğu, büyüklerimizin sakın yolda birşey yeme zehirlenirsin nasihatları ile bizi yiyeceklerinden soğuttuğu, insanların birbirine buz gibi baktığı yerler var ya.. Özellikle de satıcılarının, sizin bir daha belki hiç bir zaman uğramayacağınızı bildiklerinden ne koparırsam kardır bu ahmaktan şeklinde yaklaşımlarına mazhar olduğunuz bölgeler..
Sabahın kör bir saatinde hava alanının birinde gecikmeli kalkacağını öğrendiğim ve bundan dolayıda oldukça sinirlendiğim uçağımın kalkış saatini bekliyorum bir arkadaşımla.. Genelde son saniyelerde uçağa yetiştiğim için pek beklemeye alışkın değilim hava alanlarında, restoranlarına falan da uğramam. Maksatlarının insanları doyurmak değilde yolmak olduğunu bildiğimdenmidir ya da anne nasihatlarına verdiğim özendenmidir bilmiyorum ama pek işim olmazdı oralarla... İşte tam bu güne kadar.. Baktık olacak gibi değil köşedeki janjanlı, süslenmiş, çaldığı müzikle tahrik eden ve bizi istemesek de oturup bir şeyler içmeye davet edecek tarzda döşenmiş şık bir mekana oturduk, ama barına nedense.. Orası daha sıcak geldi.. sabah mahmurluğundan olacak.. Birer kahve ve birde pasta söyledik. Pasta diyorum ama menüde yazılış şekli elbetteki bu kadar basit değildi.. O ayrıntıya sonraları değineceğim.. Garson yada barmen siparişleri getirdi ama ben rahat duramadığımdan, bir şekilde tepki göstermek zorunda hissediyorum kendimi.. Mutlaka fiyat politikası ile ilgili bir laf edeceğim ya.. Garsona en kibar ses tonuyla "pardon bu fiyatları kim belirliyor acaba?" diye ilk sorumu yönelttim. Anlamayacağını biliyorum sadece dikkat çekmek amacım.. Haliyle garson "anlamadım efendim" dedi, rol icabı gülümseyerek.. "Fiyatlarınız neden bu kadar saçma acaba" diye ikinci tuhaf sorumu sordum.. Garson hala gülümsüyor ve bu arada da masayı silip zaman kazanıyor.. Eminimki çattık anasını satıyım diyordur içinden ama bir cevap vermesi lazım.. Yalnız o cevap vermeyi tercih etmedi bana direk olarak gariban muamelesi ve hatta belkide dilenci muamelesi yaparak "Efendim isterseniz sizin ücretinizi personel fiyatından tahsil ederiz" dedi.. Öyle kaldım.. bu sefer anlamayan bendim "anlamadım" diyebildim sadece.. "Hava alanı personeli gibi işlem yaparız yarı yarıya indirimden faydalanırsınız" dedi ve gitti.. Yanımdaki arkadaşım sırıtarak "garsona ne anlatmaya çalışıyorsun adam işini yapıyor ona ne ki fiyatlardan" diye söyleniyor bir yandan da sırıtıyordu.. Garson lafı ağzıma tıkamış benim bakış açımdan çok farklı yaklaşmış olaya, birde indirim yapıp gitmişti çünkü..
Biraz daha oturduk yedik içtik hesap ödeme sırası geldi.. Garson hesabı söylediği gibi yarı yarıya fiyatlandırarak getirdi.. Ben getirdiği hesabın iki katını verdim sonra garsona dönerek.. "siz nasıl oluyorda istediğiniz kişiye personel fiyatından ücretlendirme yapıyorsunuz" diye sitem edercesine sordum. garson hala gülümsüyordu ve hiç istifini bozmadan. "efendim sizin gibi müşterilerimiz yılda birde olsa oluyor işte.. onlarla ilgili bir tedbirdir bu, hem sizi üzüp olay çıkmasını önlüyoruz hemde biz anlamsız uğraşarak zaman kaybetmiyoruz" dedi.. ve ekledi "şimdiye kadar ücreti, indirimli fiyattan ödeyen de olmadı" Bu sefer sırıtan bendim ama takdir eden bir sırıtmaydı çünkü garson beni alt etmişti... Ben fiyatlara tepki göstermeye çalışırken garson kurulan düzene beni bir şekilde uydurmuştu işte..
Buna benzer bir olayı da şehirler arası otobüslerin mola verdiği bir mekanda yaşamıştım.
Otobanda bir mola yerindeyiz. yöresel bir takım yiyecekler satılan bir standın önünde orta yaşlı bir adamcağız bağırıp duruyor sattığı mal ile ilgili.. Adama yaklaştım "çok pahalı ama" dedim. Adam inanılmaz bir suratsızlıkla yüzüme bile bakmadan "fiyatlarımız çok uygun" dedi sadece. Ama suratı öylesine asıktıki, laf edemeden duramadım tabii "sen bu suratsızlıkla bedava versen kimse almaz" dedim.. adamcağız iğrenç bir tavırla baktı ve yaptığı anonsa devam etti.. Oysa hava alanındaki garson misali birazcık zeki olabilse belkide ben oradan da almayı düşünmediğim bir çok yiyecek alacaktım.. Ama fark neydi. En önemli fark o adamın müşteri kaygısı olmaması. Ben olmasam nasılsa bir başkası gelecek. bir diğer anlayış ise hava alanındaki adamın daha kaliteli düşünmesi gerektiği, çünkü uçakla seyahat edenler otobüsle seyahat edenlerden daha eğitimli, daha varlıklı düşünülür ki bence oldukça yanlış bir saplantıdır... En önemli fark ise bizim maalesef daha çocuk yaşlarda öğrendiğimiz bir atasözünün doğurduğu sonuçtur.. Deveye diken.... diye başlayan bir sözdü işte... anlayana...
Sonuç olarak buralardan günde belki binlerce insan istifade ediyor, bir o kadarıda yiyip içip alışveriş yapıyor ama kendilerine ne dayatılırsa onunla idare ediyorlar. Tepki göstermek yada bir duruş sergilemek kimsenin umurunda bile değil. Hava alanındaki garson "yılda bir de olsa oluyor bu olay" diyor ve kendine göre bir strateji geliştirmiş içi rahat. Mola yerindeki adamın dünya umurunda değil. Çünkü hepsi ekmek davası için çalışıyır. Sanki ekmek kazanmak için insanları kazıklamak bir ön şartmış gibi.. Sanki kazıkladığı insanlar paralarını sokaktan topluyorlarmış ya da onlar için para kazanmak diye bir sorun yokmuş gibi.. Herkes haklı ama herkesde haksız diğer bir bakışla.. Herkes herkese kızgın ama kimse alttan almıyor. "İşine gelirse hemşerim" diyor, başından savıyor seni. Çünkü "ne tutturursan" demiş adamın biri, onlarda tutturduklarına geçiriveriyorlar canları ne isterse. Onlarınki ekmek davası, diğerlerininki sadece keyif... İşte kaybetmeye başladığımız ve her geçen gün kaybederek yaşamaya alıştığımız nokta da burası oluyor. Toplumsal bilince ulaşamadığımızdan zam yapılan ürünlere sadece içimizden sektiriyoruz ama yemeden, almadan duramıyoruz. Tepkisizliğe öyle alışmışızki, suratımıza küfrederek bakan satıcılardan bile rahatsız olamıyoruz zamanla... Neyin pahalı neyin ucuz olduğunu anlayamıyoruz çünkü kalitesizliğin ucuz mal için ilk şart olduğu bir dünyada yaşar olmuşsuz.. Artık fiyatların bir önemi kalmamış zira... Eski şirin bakkal amcaların yerini zoraki gülümsemeye çalışan büyük marketlerin tezgahtarları almış çünkü.. Artık onlar ne derlerse o olma devri başlamış, kaliteyi de ucuzu da onlar öyle olduğunu söylüyor diye öğrenir olmuşuz...
Biz bu kafayla dünyanın en pahalı benzinini kullanıp, en pahalı iletişiminden istifade etmeyelimde ne yapalım... Hepsinden önemlisi tam 37 yıldır en kalabalık şehrimizin iki yakasını birbirine bağlayan köprüsünden geçerken bile birilerine çılgınca para kazandırmayalımda ne yapalım... Biz bu kafayla birbirimizi sömürmeye devam edelim... Deveye diken lazımsa bize de ne lazımdır onun adını koymadan yaşayalım kör topal... Kıssadan hisse dostlar... Birileri bize günaydın demeden günü ağartma adına...

16 Nisan 2011 Cumartesi

Savaşa hayır diyebilmek için...

İnsanoğlunun dünyada ilk göründüğü günden bu güne savaşlar hep olmuştur. Habil ve Kabil ile başlamış, ve bir daha hiç bitmemiş. Kimileri arazisini büyütmek istemiş, kimileri inandığı değerleri yaymak için savaşmış, kimileri intikam için saldırmış, kimileri nedenini bile bilmeden kendini güçlü hissettiği için savaşmış. Kimileri de dünyaya hakim olacağını zannederek savaşmış. Hiçbirinin sonucunda da kazanan olmamış, kazandığını zannedenler olmuş o an için. Ama hep kaybeden insanlık olmuş.
Adamın biri insanlık adına çok büyük bir buluş yapıp dinamiti bulmuş fakat bu dinamit insanlığın kökünü kurutacak buluşların başlangıcı olmuş.. Sonra oluşan silah sanayii kapitalist anlayışın en güçlü tetikçisi olmuş. Savaşlar öyle hale gelmiş ki, yeni silah üreten silah tüccarları bu silahlarını satabilmek için platform oluşturmuşlar ve birilerini birileri ile savaştırmışlar. Sonuçta kazanan o silah tüccarı olmuş ama sadece o an için. Geçici süre ile kazanan beyinsiz silah tüccarı gelecekte kaybedeceklerini hesaplayamamış. Çünkü hemen hemen bütün silah tüccarlarının hayatı kendi üretip destekledikleri silahla son bulmuş. Savaşlar bitmişmi? Hayır..
Güçlü ülkeler yada kendini güçlü zannedenler, her fırsatta bir bahane bularak saldırmışlar güçsüz görünen ülkelere.. Bu denemelerin en önemlisi Osmanlı’ya yapılan parçalama girişimleri olmuş. Türkler sahneye ilk çıkışlarından bu güne kadar sürekli saldırıya maruz kalan ama yıkılmayan, sömürülemeyen tek millet olmuş.. Haçlı seferlerini hep savuşturmuş, sürekli dünyaya karşı mücadele etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu ile de dünyaya hükmedecek kadar büyük bir güce ulaşmış, giriştiği her savaşı kazanmış üç kıtaya korku salmış ve hükmetmiştir. Sonuç ne olmuştur? Konumuz bu olmadığından bu kısmı sizlerin derin tarih bilgisine bırakıyorum..
Savaşarak elde edilen hiçbir güç sonsuza kadar güçlü kalamamıştır ve kalamayacaktır da.. Ama savaşlar bitermi? Hayır..
“Savaş, eğer zaruri değilse bir katliamdır..” demiş büyük düşünürler. Her konuda büyük düşünürlerin lafını dinleyen ufaklıklar nedense bu tarz yaklaşımlara hiç kulak asmamışlar, canları ne zaman ve kiminle savaşmak istemişse saldırmışlar.. Ama insanlık tarihine birazcık dönüp baksalar doğrulttukları namluların bir gün kendilerine döneceğini anlayacaklar. Yarattıkları düşmanın aslında kendileri olduğunu anladıklarında ise iş işten geçmiş olacak..
Savaşların bitmesini istemek, güzellik yarışmalarının sembolik bir sloganı olduğundan ciddiye alanda olamamış maalesef. İki kelimeyi bir araya getirip cümle kuramayan beyinsiz ama güzel birine bir mesaj ver deseniz ilk söyleyeceği laftır çünkü “savaşlar olmasın barış olsun”…
Bütün bunları neden yazdım dersiniz. Sadece küçük bir hatırlatma yaptım savaşın olmaması için orduların küçültülüp sembolik hale getirilmesini isteyen kendini analizci, stratejist yada her ne derseniz ondan sayan geri zekalılar için.. Elbette savaşlar olmasın ama savaşmadan duramayan bir dünyanın tam da ortasında yaşayan bir ülkesiniz ve diyorsunuzki, orduyu güçsüzleştirelim, pasifize edelim, tırpanlayalım.. Ne gerek var bu kadar büyük ve güçlü orduya.. Yani özetle; fırsat kollayan kurtların ağzının suyunu akıtacak kadar cezbedici bir ülke haline gelelim. Sonra canı savaşmak isteyen bir ülkeye teslim olalım ve o nasıl istiyorsa öyle yaşayalım…
Bu lafı edeceksin ve sonrada aydınım diye gezeceksin..
Savaşa hayır demek, düşman silahını gizlerken tuzağa düşüp ona silahsız yaklaşmak demek değildir… Savaşmamak için etrafındaki düşmanlarının seninle savaşma cesaretini kıracak kadar güçlü olacaksın… Köpekler ya korkanlara saldırırlar ya da güçsüz görünenlere… Güçsüz bir ordusu olan ülke, güçlü ülkelerin boyunduruğuna girmeye mahkumdur…
Savaşa hayır diyebilmek için savaşmayı bilmek gerekir….

15 Nisan 2011 Cuma

Kuş olsam...

Kanatlarımın arasından görüyorum aşağılarda koşturanları. Görüyorum sadece karaltılarını. Uzaktan fark edemiyorum ne yaptıklarını. Hafif bir toz tabakası gibiler. Araçlar da insanlarda aynıymış gibi.. Sonra yaklaşıyorum aşağılara. Büyüdükçe görüntüler, fark edebiliyorum farklılıklarını. Görebiliyorum boylarını poslarını. Biraz daha yaklaştıkça anlıyorum kim dişi kim erkek. Ama fark ettiklerimin önemi kalmıyor çünkü yukarılardan gördüğüm koşuşturmalar yakından bakınca da değişmiyor. Hala koşturuyorlar, bir o yana bir bu yana. Yakınlaşınca anlıyorum farklılığı ama bitmiyor koşturanlar.. Araçlar hep aynı, insanlar hep aynı, tek fark renkler.. Üzerlerini örten renkler. Anlam veremeden yükseliyorum bulutlara doğru. Buralardan bakınca fark da kalmıyor renk te… Hummalı bir çalışma görünüyor, yuvasına yiyecek götüren karınca misali.. Ama yaklaşınca karıncalara daha çok saygı duyuyorum. Onlar uzaktan bakınca da, yakınlaşınca da aynı görüntüyü sergiliyor. Oysa insanlar yakınlaştıkça ürkütüyor. Uzaktan göründüğü gibi olamıyor hiç bir şey, hiç bir duygu. Sahte koşuşmalar, sahte duygular başlıyor. Karıncalar her şeyini paylaşırken, insanlar birbirlerini paralıyor. Paylaşmayı deneyenler yok olurken, bencil yaşayanlar yükseliyor.. Yukarılardan aşağı indikçe bunlar görünüyor işte.. Hayat bireyselleştikçe daha da zorlaşıyor.. Daha da yükseldikçe sadece bir yuvarlak mavi misket gibi kalıyor bu muhteşem güzellik. İçinde yaşayanların ne olduğu, ne kadar yaşayacağı ya da ölüm gelmiyor aklına, baktıkça… Yaklaştıkça gerçekler de yalan oluveriyor, küçücük sorunlar daha da büyüyor sanki….
Bir kuş olsam, yükselsem her başım daraldığında, her karamsar anımda. Görsem gerçekleri yukarılardan, anlasam hayatın içindeki bana ait sorunların mercimek büyüklüğünde bile olamayacağını.. Anlasam manasız hırsların sadece o mavi yuvarlak miskete zarar vereceğini. Bilsem zamanın sadece benim için uzun olduğunu… sonra gülüp geçsem hayatın bana yaşattıklarına. Beni övenlerin sırtını sıvazlayıp gazını alsam, beni eleştirenleri alkışlayıp anlık mutluluk yaşatsam.. Hep haklı olduklarını söylesem şımartsam, sonra tekrar yükselip ne kadar küçük olduklarını görsem. Hayatın benimle dalga geçmesine izin vermeden ben hayatla eğlensem..
Bir kuş gibi yaşasam ama insan gibi hissedip, anımı yaşamanın keyfini sürsem… Sorgusuzca, hesapsızca…

2 Nisan 2011 Cumartesi

Sevmek var olmaktır...

“Sevmek çoğu zaman var olmaktır sonunda bizi yokluğa götürse bile”
Bu söz yıılar önce sanırım üniversite ikinci sınıfta bir derste yanımda oturan çok ağır aşka düşmüş bir arkadaşım tarafından söylenmişti. Ders falan dinlediği yoktu. Kafası sağ elinin avucunda bu sözü fısıldayıp duruyordu. Aptal aşıklık durumu böyle bir şeydi heralde. Okul yıllarından sonra bir daha görüşme fırsatımız pek olmadı. Geçenlerde görüştüm internet üzerinden. Evlenmişti o kızla, ikide çocuğu olmuş. Gerçi okuduğumuz bölümle ilgili bir iş yapmadı. Küçük bir yerde şirin bir dükkanda kendi işini yapıyor oldukçada mutlu bir hayatı var.
O günü hatırlattım ona pek hatırlayamadı ama “ne günlerdi be o günler” diyebildi hafiften duygulanarak. Ama tuhaf olan o zamanlar aşka düşen oydu ve bu lafıda o aşkı söyletmişti ona . O bu lafı unutmuş ben neden bu güne kadar taşımıştım ki. Hatta öyle ki sevgiyi anlatmak istediğim çoğu zaman da bazen farkında bile olmadan kullandım. O zamanlardan bu güne sevmekle var olmak arasında bir bağ olduğuna hep inandım çünkü. Seven insan var olmanın dayanılmaz hafifliğini çok daha yoğun hissedebiliyor. Hayata çok daha pozitif bakabiliyor. Daha verimli, daha yaratıcı olabiliyor. Hele ki sevgisini verdiği kadar karşılığını da alabiliyorsa içindeki enerji ile başaramayacağı hiç bir şey olmuyor. Öyleyse sevmek var olmaktır olabiliyor işte..
Ama ya sonra. Ya her şeyin bir sonu olduğu gibi sevdalarda tükenmeye başlayınca. Heyecanlar azalınca. İnsanın sevdiğini düşündüğü zamanlardaki karın ağrıları, yarattığı sıkıntılardan olan ağrılara dönüşmüşse. Karşılıklı olan her şey şimdi karşılıksız istenmeye başlanmışsa. Birliktelikler antlaşma yapar gibi sadece orta yolu bulmaya çalışmaktan ibaretse. Tatminsizlikler ayyuka çıktıysa. İki tarafta birbirini anlayışsızlıkla suçluyorsa. Güzel sözcüklerin yerini ukala bakışlar aldıysa.. Kaybeden sadece bir taraf olacaksa. Birisi yeniden varoluşu seçmiş gönlünün rotasını başka yöne çevirmişse..
O zaman da “sevmek başlangıçta var olmak sonunda yok olmaktır” olacaksa. Varsın hiç olmasınmı demek gerekir. Yoksa sevme anının doyumsuzluğunda yaşayıp sonunu düşünmeden yaşamakmı?
Sevmekte sevilmekte bu kadar zor olmasa. Fedakarlıklar düşünülmese. Hayat bir anlıksa o bir anı yaşamak, sadece yaşamak olsa her şey. Duygular sömürülmeden olabildiğince açık olsa. Gençlik yıllarının en büyük kabusu sevmek ve sevdiğine kavuşmak olmasa. Kavuştuktan sonra da “bu mu yani” gibi tatminsizlikler oluşmasa.. Monoton değerlerden sosyal değerlere geçerken monotonluğun yarattığı uyuşuk zihniyetle yaşanmaya devam edilmese.. Ne bileyim hayat sadece sevmek ve sonunda yok olmak üzerine kurgulanmasa. Sevdalar sonsuz olsa…
Severek var olan her mutluluk daim olsa. Sevgiler bitsede yarattığı mutluluk kalıcı olsa. Sevgiler sadece kalp sızısı yaratmasa, iç coşkuyu körüklese, huzur dolsa dünya… Duygu gözü kör olmasa yaşayan ve yaşatan herkesin…
Sevgiyle…
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...