Sayfalar

31 Mart 2011 Perşembe

Dengeler ve sistemler...

Büyük sorumluluklar, büyük güçler ve küçük adamlar.. Yakışanı hepsinin de üstesinden gelebileceği özelliklerle bezenmiş kişilerin olması. Ama yok olmuyorki, olamıyor-ki. Bir güç, bir el, bir kudret birini alaşağı ederken öbürünü baş tacı ediveriyor.. Kim hakeden, kim kaybeden. Hak eden gerçekten hak etmişmi, kaybeden kaybettiğinin farkındamı. Kaybedenler, kaybetmemesi gerektiği halde kaybettiriliyorsa bu kimin özürü olmalı. Kim kime hesap vermeli?…
Dengeler bile dengesizlikler üstüne kuruluyorsa, çok çalışan hep çok çalıştırılıyorsa, çalışmayıp şirin görünenler hep kazanıyorsa.. Doğrusu çalışmadan güç kazanmak mıdır? Yok değilse ilk çağlardan bugüne neden düzen böyle gelmiş böyle gidiyordur?
Sistemler yerden yere vurulurken sisteme eninde sonunda boyun eğilecekse, bunca isyanı yapanlar, sırf inadınamı isyan etmekte yada gösterişmi hepsi?
Hayatının neredeyse tamamını çalıştığı kurumun isteklerine boyun eğerek geçirmiş insanlar en sonunda o kuruma küserek ayrılmak zorunda mıdır? ayrılmadan önce kurumsal kullanıcılarının kendini kullandığını neden anlamaz da sürekli bir beklenti ile geçirir günlerini? Sonra da işi bitince dışlandığını hissetmesi bu beklentilerin gerçekleşmeyeceğini, anladığından mıdır?
Neler söylüyorum ya da kimlerden bahsediyorum? Biliyorum karmakarışık bir yerlerdeyim… ama hayır… Etrafınıza bakarsanız kendinizde olmasa da bir yerlerde bir köşede bu dediklerimin büyük bir kısmı ile mücadele etmiş bir sürü insancıklar görürsünüz.. Hepsi de çok çalışmış ama karşılığını alamamıştır. Hepside zamanında yanlış giden her şeyle çok uğraşmıştır ama artık bunların bir anlamı olamayacağını anlayacak olgunluğa eriştiğinden vazgeçmiştir. Hepsi çok işler yapmış, doğruları anlatmak için çok savaşmıştır ama artık ununu elemiş eleğini de asmıştır. Hepsi çok tecrübelidir, hepsi çok biliyordur. İşte bu sebepten sizinde artık bir çıkış aramayı bırakıp teslim olmanız gerekiyordur. Çünkü tecrübe ile doğru orantılıdır hayat ve tecrübeli olanlar onlardır… Dolayısı ile sizlerinde mücadelesi boşunadır. Yanlış gideni düzeltmek size kalmamıştır. Zaten eninde sonunda sistem sizide eritecektir. Öyleyse sinirlenip kendinizi yıpratmanın anlamı da yoktur…
İşte bu da sonun başlangıcıdır…

29 Mart 2011 Salı

Haberin olsun...

Buralarda bir şeyler yazarken fonda televizyon açık. Tam 20 dakikadır yazıp yazıp siliyorum. Çünkü geçen haberler beni başka diyarlara götürüyor. Aklım almıyor, kapatayım televizyonu diyorum sonra vazgeçiyorum. Her şey çocuk katilleri ile başladı. Oradan bir başka çocuk katliamı. Oradan yazdığı kitaptan dolayı tutuklanan gazeteciler. Bu tutuklanmadan kitabın tirajı artacak diye yorum yapan bir devlet büyüğü.  Özgürlük çığlığı attığını sanarak, bölünme çığlığı atan bir şarlatan. Sonra Libya’ya geçiyoruz bir yandan Kaddafi öte yandan Obama açıklama yapıyor. Bilmem ne ülkelerinde Libya’nın geleceğini tartışıyorlar. Sonra “asla müdahale edilmemeli” veya “bizim orada ne işimiz var” diyen biz değilmişiz gibi,  Libya’ya TSK’dan bir grubun gittiğini duyuyorum. Libya’yı halledemeden Suriye’ye Esad’ın çöküşüne geçiyoruz. Haberler insanın içini karartıp geleceğine korkuyla bakmalarına zemin hazırlıyor.. Böylece devam ediyor kavgalar gürültüler.. usulca yerimden kalktım ve televizyonu kapattım.. Nihayet.. Bir sessizlik var şimdi…
Düşündüm biraz, bir çıkar yol aramaya çalıştım. Gelecek nesilleri düşündüm. Üçüncü dünya savaşını canlandırdım. Açlık sefalet, nükleer patlamalar… İyice karamsar oldum. Sonra biyolojik savaşlar geldi aklıma.. Birden durdum.. Bırakıyorum her şeyi bir tarafa.. Yarın işe falanda gitmeyeyim. Öyle sokaklarda sürteyim, hava da güzel..
Pencereyi açtım, biraz deniz havası soluyunca aklım başıma geldi.. Merak edilecek bir şey yok. Bu haber programlarını yapanlar, biliyorlarmı ki hemen her evde bu ve buna benzer travmalar yaşanıyor. Biliyorlarmı ki hemen her evden birileri ertesi gün sokağa çıkıp kin ve nefretle birilerini, boğazlama girişiminde bulunacaklar… Bilmiyorlar-mı? insanlarımız televizyondan ne duyarsa onunla yaşıyor.. Öyleyse neden bu kadar iç karartıcı sunuşlar. Neden bu kadar gerçekçi görünüpte yalan dolanla halkın kafasını karıştırma arzusu.. Neden konuşan insanların sadece işinize gelen bölümünü veripte insanları o kişiye karşı kışkırtma arzusu..
Bütün bunlar tamamda… sadece bunlara inanan halkı nasıl doğru yola sokacak, nasıl bu ülkenin geleceğini sağlam ellere teslim edeceğiz.. Neden yüzyıllardır kandırılıyoruz ve neden hiçbir fikrimiz olmayan konulara bile hitabı güçlü birinin anlatmasını ikna edici bularak inanıyoruz.. Göz göre göre uçuruma koşuyorken, neden elimizdekilerle yetinmeyip hep daha fazlasını alma uğruna gerekirse kendi vatanımızı satacak kadar şerefsiz olabiliyoruz…
Olmuyor.. kalkıp televizyonu açıyorum tekrar… Reklam var. Öylesine bakıyorum.. Sonra bitiyor reklam ve haberleri sunan spiker, gülen yüzüyle hepimize güzel geceler diliyor.. İşte budur.. Ben bu adamın anlattıklarından bu kadar şişmişken, bu olanları bana anlatan arkadaşın gülen gözlerini görünce kendime geliyorum.. Bütün bunlar kimin umurundaki diyorum. Adamın işi buymuş falan umurumda değil. Bana bu kadar berbat haberleri getiren adamın benim sıkıntılarıma ortak olması gerekirdi diyorum. Sonra bir dizi ardından insanı geri zekalı hissettirecek bir yarışma.. İşte al sana terapi.. Haberlerde şişen toplumun gazını gece yarısına kadar aldınız.. Bravo.. Bir insan ancak bu kadar güzel maymun edilir….
Olaylara uzak olmayalım, içine girdiğimiz her konuyu öğrenmeye çalışalım. Hiç olmazsa fikrimiz olsun körü körüne teslim olmaktan iyidir.. Yoksa gerçekten maymun olmasak bile bir muz uğruna takla atan yaratıklara dönüşeceğimiz kesin..

28 Mart 2011 Pazartesi

Ya tutarsa...

Eskiden ne güzel telefon sapıklarımız vardı. ahizeye üfletirlerdi. “üstünde ne var?” diye sorarlardı. Saçma sapan gülerlerdi. Kendilerince bir espri yaparlardı. Arada bardağı taşıranlarda olurdu.. Ama hergün hergün müptela olmazlar, bir müddet sonra sizden hayır gelmeyeceğini anlayınca vazgeçerlerdi..
Şimdi hemen her gün ya bir bankadan yada bilmem ne firmasından aranıyorum, olmadı mesaj alıyorum.. Arayanların hepsi benimle ilgili herşeyi biliyor. Numaramı nereden nasıl bulmuş düşünemiyorum bile, çünkü arayan direk ismimle başlıyor konuşmaya sonrada devam ediyor, bir paket varmış onu verelim yada olmadı kredi kartını alın siz mutlu olun biz kazanalım tarzı diyaloglar bitmiyor. İstemiyorum diyorsunuz ama karşıdaki bayan, nedense bu aramaların çoğunu bayanlar yapıyor, ısrarla açıklamaya devam ediyor. Arada bir şey söyleyecek gibi oluyorsunuz yok dinlemiyor, makineleşmiş gibi anlatıyor.. Sonunda telefonu kapatıyorsunuz…. Bu tip insan olmasanızda artık birilerinin yüzüne telefon kapatan, hatta küfür eden bir tip oluyorsunuz. Yeter beni rahatsız etmeyin diyeceksiniz.. ama kime???
Şimdi bu modern telefon sapıklığı olmuyor mu? Bunun adı müşteri memnuniyeti ise ben gerçekten problemlimiyim ki bir türlü memnun olamıyorum. Bana ulaşmak bu kadar kolaysa ben neden istediğim zaman o firmalara ulaşamıyorum.. Hiçbir şekilde aranmak istemediğimi nereye hangi mercilere söylemeliyim. Gidip davacı olsam bana hıyar muamelesi yapıp anlamsız sırıtan insanlara ne diyeceğim..
Ama adamların derdi başka, herkesi arayalım.. ya tutarsa… diyorlar gerisini düşündükleri yok..
Geçenlerde bir bankadan aradılar. Aramızda geçen diyaloğu aynen aktarıyorum. Gerisine siz karar verin..
-Efendim.. diyerek açıyorum telefonu.
-Volkan beylemi görüşüyorum.. diyor karşıdaki ses.. Numaraya bir daha bakıyorum tanıdık değil..
-Evet nasıl yardımcı olabilirim?. diyorum gülümseyerek çünkü karşıdakinin ses tonundan birşey isteyecekmiş gibi bir hali var..
-Yok efendim ben size yardımcı olmak için aradım diyor.. Şaşırıyorum birileri bana yardımcı olmak için beni arıyor pek başıma gelmiş bir iş değil..
-Dinliyorum buyrun. diyorum birazda ciddiye almayan bir tavırla
-Bankamızda krediniz hazır isterseniz gelip alabilirsiniz.. diyor sanki bedavadan para dağıtıyormuş gibi.. Ama altta kalırmıyım..
-Geri ödemelerini sizmi yapacaksınız hanımefendi? diye soruyorum hafiften gülen bir ifade ile..
-Hayır efendim biz size vericez siz ödeyeceksiniz… diyor karşıdaki ses bana direk aptal muamelesi yapar bir ses tonuyla. Gerçekten anlamadığımı sanıyor..
-Ama hanımefendi ben sizi aramadım, parada istemedim, siz arayıp paranız hazır dediniz.. diyerek salak olma moduna iyice dalıyorum..
-Hayır efendim bizim görevimiz bilgi vermek.. diyor kızcağız birazda korkarak..
-Ama ben sizden bilgi almak istesem, yada paraya ihtiyacım olsa gider bir bankadan çekerdim. Siz nasıl oluyorda benim hem salak hemde paraya ihtiyacım olduğunu ismime ve telefon numarama bakarak anlayabildiniz.. diye karşımdakini ezme girişimlerine başlıyorumm.
-Hayır efendim yanlış anladınız… diyerek yatıştırmaya çalışıyor…
-Neyi yanlış anlayacağım.. Gene anlamayan ben oldum şu işe bak… diye bağırıyorum biraz
-İstemiyormusunuz? diye soruyor ve beni iyice şaşırtıyor sanki dalga geçiyormuş gibi geliyor.
-Siz bu soruyu cidden soruyormusunuz, tabiiki istemiyorum. diyorum şaşkın bir ifade ile..
-Bankamız sizi her zaman….. bir acayip laflar ederken telefonu kapatıyorum çünkü belli ki bitmeyecek ve benim onunla kaybedecek fazla zamanım yok.. Ama işte.. bir bayanın yüzüne şak diye kapattım telefonu. Biz erkek milleti buyuz dimi… :)
Ama burada bitmedi.. Tam 45 dakika sonra gene aynı bankadan bu sefer kibar bir beyefendi bilgi için arıyor.. “Ben sizin bankanızla kesinlikle çalışmayı düşünmüyorum” ve hatta “sizin bankanızdan nefret ediyorum” diyorum ama nafile.. Salağım ya ben.. illaki anlatacak bakarsın ikna ederim geri zekalıyı diye düşünüyor.. "Ama" diyorum "anlamıyor musun?.. bak! tekrar ediyorum, sizin bankadan nefret ediyorum" diye haykırıyorum. Karşımdaki ses usulca “anlaşıldı birazdan küfür gelecek en iyisi ben kapatayım telefonu..” deyip kapatıyor ama ilginç, bu yaklaşımdan sonra 3 dakika gülüyorum.. Adamın en son sözü sinir falan bırakmıyor bende.. O zaman anlıyorum bu adamlar artık bu işlerde profesyonel olmuşlar.. :)
Eski telefon sapıklarını özlemem de bundan.. Eskiye özlemden bıktım ama arkadaş her geçen gün yaşanılanlar, yaşatılanlar eskiyi daha şiddetle aramamıza sebep oluyor. Korkarım eski savaşları da özletecekler bu adamlar bize bu gidişle.. Hani şu ok ve mızrakla olanını…

27 Mart 2011 Pazar

Zürafa sokak olmuş Alageyik... Bir devir daha bitmiş...

En güzel yaşımdayım.. 16.. Yaz tatili. Geçen yıl mahallemizdende, şehrimizdende babasının tayini dolayısı ile taşınıp gitmiş olan arkadaşım gelecek bugün. İstanbul’un altını üstüne getireceğiz  Heyacanlıyım..
Arkadaşım geldi.. Biraz sohbet, muhabbet derken. Birden aklına bir fikir geldi.. “Hadi Karaköy’e gidelim” dedi gülerek. Bir müddet gülüştük, ergenliğe yeni başlamanın verdiği utangaçlıkla, birbirimize bakarak.. O zamanlar, Karaköy deyince akla sadece bir yer geliyordu çünkü….. O meşhur Zürafa sokak..
Vapurdan indik Galata köprüsünü geçtik… buraya kadar çok güzel, tamam burası Karaköy ama hedef nerede ikimizinde bir fikri yok. O birazda işi bana bırakmış.. İstanbul’da yaşayan benim çünkü.. O yıllar öyleydi.. İstanbul’da yaşıyorsanız her yerini bilmeliydiniz. Birileri geldimi nereye derlerse, oralara götürmek zorundasınız. Bu şehirde yaşıyorsan bileceksin.. Biraz dolaştıktan sonra, çareyi birilerine sormakta bulduk ama nasıl soracaktık bu soruyu. Zaten bir utanç var içimizde ne yapacağımızı bile bilmiyoruz bide birilerine soracak cesareti nasıl bulacaktık.. Sanırım 2 saat dolaştık. En sonunda tüm cesaretimi topladım ve köşede duran, yaşlıca, birazda sevimli görünen mili piyango bileti satıcısı amcaya yaklaştım..
-Kolay gelsin amca..
-Sağol evladım.. çekiyomusun bilet..
–EE amca onu çekerizde ben bişey sorucaktım ama..
-Zaten şaşırmadım herkes soru sormak için yanaşıyor yanıma.. Sor bakalım..
-Şeyy amca.. Şey nerde??
-Ney oğlum? Bu ne biçim soru..
-Yaa varya kadınlar falan.. hani çıplak.. şey işte..
O yaşlı şirin amca birden delirdi.
-Lann sen beni ne zannettin. Rezill.. Şu velete bak.. Yaşına başına bakmadan ne soruyor bana.. diye arkamızdan epey bir bağırdı..
Kaçtık, bir kenarda durduk ama kaçarken gülüyoruz.. Heralde 15 dakika gülmüşümdür içine düştüğüm duruma.. Baktık böyle olmayacak.. Sorabileceğimiz tiplerin nasıl tipler olması gerektiğini kararlaştırdık.. Gençten, hafiften serseri kılıklı, kendini bıçkın zanneden tipleri aramaya başladık. Zaten o kadar çoktuki pekde zorlanmadık.. O tiplerden biri bizi aldı kapısına kadar götürdü.. O kapıyı görür görmez içeri girmeye gerek kalmadığını anlamıştım.. Kırmızı yağlı boyayla, sağa aşağı doğru kaydırılarak, çarpık çurpuk harflerle “18 yaşından küçükler giremez” yazıyordu. Kapıda donduk kaldık. Bizi oraya götüren abi.. “e hadi” dedi. “Abi tamamda yaş tutmadı” dedik. Kendinden emin bıçkın delikanlı.. “Hadii”dedi ben hallederim… Halletti…. bizde girdik.. İçeriyi anlatmayayım… Orası başlı başına bir kitap.. Ama o gün amacımız öyle duyduğumuz bir yeri görmekti ve gördük.. Bir nevi milli olmuştuk işte.. O zamanlar sünnetten sonra bu geliyordu.. Milli olmak..
Yıllar geçti bir daha oraya hiç gitmedim. Ama yine ne zaman Karaköy dense hep orası geldi aklıma. Türk filmlerinin değişmez malzemesi, konu sıkıntısı çeken senaristlerin yegane başvurusu. Binlerce hikayenin bittiği nokta, hayatın durduğu yerdi orası.. Ama kapanmış olduğunu duydum geçenlerde.. Zürafa sokak adıda değişmiş O sokağın adı “Alageyik” olmuş.. Kapatılması hayırlıydı belki. Ama nedense hüzünlendim. Benim için hiç bir anlamı olmayan yer kapatılmıştı ama sanki tarihi bir eser yok olmuş gibi hissettim. Nedensiz hüzünlendim. Ergen gençleri, düşündüm. İlk defa çıplak kadın görünce ne hissedildiğini, o kadınların hikayesini, şimdi nerelere gitmek zorunda kaldıklarını… Ne biliyim geçmişi bu güne taşıyamamanın verdiği bir sıkıntı oldu içimde. Gerçi bu tip yerlere bu günlerde ticari anlamda zaten gerek yoktu orası başka ama. Ben orayı hiç öyle görmemiştim.. Saçmasapan gelecek belki ama bana bir okul yada dizginlenmesi gereken hayvansı dürtülerin kontrol altına alındığı bir yer gibi geliyordu.. Çünkü biliyordumki oradaki kadınlar, oralar olmasa, daha başka yerlerde daha bir hayvani şartlarda gene pazarlanacakladı..
Öylesi bir anlamdı işte.. Kapandı ve bence bir dönemin gençliğine şekil vermiş olan Zerrin EGELİLER gibi orasıda tatlımı eğlencelimi bilmiyorum, hafızalarda bir yerde kaldı..
Sonra da Unkapanı kapandı dediler. Yani, Unkapanı plakçılar çarşısı. Zürafa sokaktan daha acı, daha ilginç hikayelerin yaşandığı. Bugün hayranlıkla izlediğimiz insanların hamurlarının ilk yoğrulduğu yer kapanmış bitmişti. Kasetler, o eski kasetler öksüz kalmıştı sanki. Yine bir tarihi eser!, hatıralardaki yerini almış oldu….
Bu iki yer son 50 yılda en çok işlenen, hayatımıza paslı bir çivi gibi saplanmış, hikayelerin bitmeden tükenmeden yazıldığı bu iki mekan.. Kapandı ve artık inandım bir devir bitti. Ama bu yeni devir de yine acı hikayeler, yine hüzün, yine aşk, yine mücadele olacak.. Olacak ama sanki bu sefer daha bir acımasız ya da duygusuz olacak…
Umuyorum Unkapanı’nı da Zürafa sokağıda, oralardaki sömürgeci insan tiplerinide bir dönemin olmazsa olmazları olarak hatırlarız sadece. Oralarda topluca yaşananları, her mahallede yaşamaz, insanları sömüren kişilerinde türemesine izin vermeyiz.. Umuyorum….

24 Mart 2011 Perşembe

Dostlar sağ olsun...

İlk gözümüzü açtığımızda başlar dost arayışlarımız. Annemizi bulur ona sığınırız. Sonraları komşudaki kız, alt kattaki çocuk. Sınıf arkadaşı, asker arkadaşı, okul arkadaşı.. Ama hep vardırlar o arkadaşlar. İyi günde de kötü günde de.. Büyüdükçe belirginleşir karakter şekilleri.. İlk satışlar, ilk oyunlar, ilk yalnızlıklar ve terk edilişler.. Hep güvenmek isteriz ama birilerinin bize güvenmesini sağlayacak ortam yaratmayız. Hep isteriz farkında olmadan.
Neden ben onun gibi düşünecekmişim diye çıkışır. Sonrasında onun gibi de düşünebileceğimizi anlar ama gene kabullenmeyiz yenilgiyi.
Kızarız acımasızca, alıngan oluruz, kıskanırız birazda. Hep sığınırız “dost acı söyler” lafının arkasına. Aslında içimizde büyüttüğümüz kini kusuyoruzdur, rahatlama adına. Bahanemize veririz sırtımızı…  kurtarırız kıçımızı..
Dostluk üzerine milyonlarca methiye düzülmüş, arkadaşlıkla dostuk arasındaki farklar her ortamda nedense anlatılmıştır. Bana hep saçma gelmiştir bu tip yaklaşımlar. Arkadaşlarım arasından ne dost seçmek için uğraştım ne de senden dost olmaz arkadaş olur gibi bir saçmalığın içine düştüm.
Her oratamda, her mekanda şüpheyle yaklaşırız hep. İlk başta güvenemeyiz, açık ararız. Kırıcı oluruz hatta ukalalık sınırlarını zorlarız. Kendi kalitemizden ödün vermeyiz ama karşımızdakinin kalitesini göstermesine de fırsat vermeyiz. Neden?? Çünkü bizi kandırıyordur ya da göründüğü gibi değildir diye şartlandığımızdan.. Yaşasın önyargı diyerek belkide daha başından koparmışızdır tüm bağlantıları.. Sonra tekrar tekrar görüşme şansımız olursa, yavaştan pişmanlıklar başlar ya da haklı olduğumuza çok fazla inandığımızdan, inadımızdan vazgeçemeyiz kopar gideriz her kesden, her ortamdan..
Önce güvenin, sonra güvenilmeyi bekleyin.. Ama unutmayın dostlarınız siz dostken dosttur. Güvenilir olmak için önce güvenmeyi bilmek gerekir…
Dostluklar hayatı paylaşmak için değil duyguları ve anı paylaşmak için olmalıdır. Dostlar ihtiyaç anında değil, istemediğiniz zamanda da yanınızda olmayı bilmelidir.. Dostlar siz hatırlamadan hatırlamayı da becerebilmelidir.. Siz unuttuğunuzda bile unutmayan olmalıdır. Bunlar çok mu oldu .. Olmaz, ben olamam mı diyorsunuz.. Eh ne yapalım.. Dostlar sağ olsun..

Babama...

Büyüdüğümü sandığım zamanlardı, senin benimle yatmak istediğini anlayamama zamanım. bana sıkıca sarıldığındaki sevgini hissedemeyişim. Beni görmek için, gece geç saatlerde geldiğinde yatağımın başında beni izleyişin. Seni arkadaşlarıma tercih ettiğim zamanlarda bana kızgın olmasada, hüzünlü bakışın. Büyüdüğümü sandığım zamanlarmış senin beni ne kadar çok sevdiğini anlayamamışlığım.
Sonra gittin birden.. Birden bire, hiç sormadan, sorgulamadan, hiç beklemeden. Hazır olma şansını tanımadın bana, sana olan sevgi borçlarımı ödememe izin vermeden gittin.
Ben şimdi anladım.. meğer sen yokken ben de yokmuşum. Sen varken iyi hissetmişim kendimi, sen varken sırtımı sana dayamışım hiç fark etmeden. Şimdi boş kaldı arkam. Boş kaldı yüreğimde bir köşem. Sen varken hayata sağlam bakmışım, korkmamışım hiçbir şeyden, yürümüş, atmışım cesur adımları, her yöne. Sen yokken adım atamaz oldum. Tutuldum daha ilk hamlede.. Seni görmek değilmiş senin varlığının verdiği gücü hissedebilmek. Meğer senin varlığınmış beni güçlendiren..
Senden öğrenmiştim her türlü olumsuzlukta boyun bükmemeyi, eğilmemeyi, hep dik durmayı. Alışmak kolay olmadı. Ama tıpkı dediğin gibiyim şu an. Gözlerimi her kapattığımda hissediyoruım seni, arkam güçleniyor. Biliyorum hala bir yerlerde benimlesin. Beni hiç büyümemişcesine takiptesin, koruyor kolluyorsun. Ben sana olan borçlarımı ödeyemesemde sen beni hala borçlandırıyorsun.
Artık kapatmıyorum gözlerimi, artık ben yalnızım, artık sen yoksun. Artık dik duruyorum. Artık güçlüyüm. Tıpkı senin öğrettiğin gibi. Seni kalbime gömdüm. Hayata tek başıma balıklama girdim. Artık ben büyüdüm baba… Sen öldün..

22 Mart 2011 Salı

Nereye kadar?

Bakıyorum etrafıma, sonra durup yeniden bakıyorum. Biraz mutlu biraz umutlu, birazda duygulu. Gördüklerim hep aynı, farklı olan tek şey değişen günler, geçen zaman, kaybolan yıllar.
Zaman anlamsızlaşıyor, gerçeği fark ettiğinizde. Minicik hatta gözle görülemeyecek kadar bir zerre kadar yaşıyoruz her birimiz. Bize göre yıllar yaşanıyor ama aslında sadece bir an. Hemde küçücük bir an. Bütün maksat işte o bir anı zirvede, en güzel yerde yaşayabilmek. O zirve nedir peki. Çok paramı, iktidarmı, itibar görmekmi, sömürmekmi yoksa sadece huzurmu.. Nedir o bir an da bizi en mutlu edebilecek olan.. Bu soruya bir çırpıda cevap vermek zor dimi. Çoğumuz sağlık, sıhhat deriz belki. Ama onun olması içinde ön şartların olduğunu pas geçeriz. Çünkü sağlıklı olmak için sağlıklı büyümüş olmak gerekir öncelikle.. O da o bir anın içindeki yaşanası duygulardandır bir yerde..
Tuzaklar, kandıran, kazıklayan, sahtekarlar..  Tuzağa düşüp kandırılan kazık yiyen saftorikler. İşte o bir anın içinde bu iki taraftan birisi olarak yaşamışızdır. Üçüncü bir taraf yoktur, kim ne derse desin. O bir anlık hayatın içinde mutlaka kandıranlar ve mutlaka kandırılanlar olacaktır. Yoksa denge bozulur. Herkes iyi olamaz, herkes dürüst olamaz. Herkes sahtekarda olamaz.. Peki bu tercih ne zaman ortaya çıkar?? Hiç bir zaman. Çünkü hiç kimse kendini o an için olduğu kişi gibi hissetmez. Sahtekar kazıkladığını, saftorikler de kazıklandığını kabul etmez, edemez.. Hiç kimse suçlu değil, hiç kimse suç işleyene alet değildir. Bu yüzden denge hiçbir zaman bozulmaz. Kabul etseler, zaman durur çünkü…
İşte bu yüzden nereye kadar diyorum.. Nereye kadar bu yüksek beklentiler? Nereye kadar bu komedya? Nereye kadar bu duyarsızlıklar? Nereye kadar bu hırs, kin nefret? Nereye kadar hayat? Nereye kadar kırgınlıklar? Nereye kadar ben, nereye kadar sen? Karşılıksız aşk nereye kadar?
Nereye kadar takıntılar?…

21 Mart 2011 Pazartesi

Bu sefer gerçekten bahar bayramı yapalım...

-Sen, yarın lastikleri meydana getiriyosun..
-Sen, yüzümüzü kapatacak maskeleri buluyosun
-Sende, şişeleri ayarlıyosun, benzin işini ben hallederim..
En küçük çocuk meraklı bakışlarla sordu abisine.. Abi ne yapıcaz bütün bunları??
-Nevruzu kutluycaz, sen anlamazsın…
-Hadi yarın sabaha görüşürüz..
21 Mart akşamı tüm televizyonlar, kalabalığın arasında kalan. Atılan taşlardan nasibini almış, kaldırımda oturup abisine ağlayan küçük çocuğu gösteriyordu.. Abisinin başını kucağına almış “Abi ölme ne olur” diyordu. Elleri ve birazda yüzü yanmıştı abisinin. Ambulans geldi ikisinide götürdü. Şimdi ikiside tedavi görüyor.. Ama olsun Nevruzu kutlamışlardı ya…
Nevruz bayramı; Türk Cumhuriyetleri’nde resmi bayram olarak kutlanırken, Türkiye’de 1995 yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır.. Türklerin Ergenekon adlı yerden demirden dağı eritip çıkmalarını, baharın gelişini, doğanın uyanışını temsil eder. Türk kavimleri tarafından M.Ö. 8. yüzyıldan günümüze kadar her yıl 21 Mart’ta kutlanır.
Ancak ne yazıktırki, bayram olarak kutlanmaya başlanmış olmasına rağmen. Bu bayram baharın gelişini müjdelemekten çok, sokak dövüşlerini, talanları, maskeli çocukların cam çerçeve indirmelerini, yıllardır bitmeyen terörist faaliyetlerinin alevlenmesini tetiklemiştir yıllarca. Ben bu yazıyı yazarken kimbilir kaç evde yukarıdaki dialoglar oluyordur, kimbilir kaç evde çıkarılacak olaylarda çocukların nasıl kullanılacağının planları yapılıyordur. Kimbilir kaç evde insanlar sabahı tedirginlikle bekliyordur ve kimbilir kaç evde kadınlar, kocalarının ya da çocuklarının sağ salim eve dönmesini merak içinde, çaresizce bekleşiyorlardır.
Neden bütün bunlar çünkü baharı karşılıyoruz.. Binlerce yıldır süregelen kutlamaları birileri kana buluyor sonrada sokaklardan kürsülere taşınıp haklılık naraları atıyorlar ve biz de bu naraları dinleyerek yorum yapıyoruz.. Çözüm arıyoruz… Biz diyoruz bu bahara girişi daha farklı nasıl kutlarız… Haliyle hiç bir şekilde çözüm bulamıyor, çoluk çocuğun elinde oyuncak oluyoruz.. Bu komediyi yıllardır izliyoruz..
Hadi bu sefer farklı bir şey yapalım. Sokaklarda yüzümüzü açalım, birbirimize vahşi bakmayalım. Saçma sapan tuzaklara düşüp kandırılmayalım. Hadi bu sefer baharı karşılayalım. Hiç olmazsa bu nevruzda kan dökmeyelim. Hadi bir kez olsun birlik olabildiğimizi dünyaya gösterelim. Hiç olmazsa bir gün barışık yaşamanın keyfini sürelim, beğenmezsek bir gün sonra gene kafalarımızı yaralım. Ama bahara birde gülerek girelim. Hadi…

En büyük dostla buraya kadar...

Derlerki sayma.. Neyi? İçmediğin günleri.. Neyi? Sigarayı… Ama saymadan olmuyorki. Özlediğimden değil, başarımdan, kendimi takdir etme arzumdan. Yıllardır içtiğim zehiri içmediğim tam 13 gün olmuş. Tuhaf olan, sigara içmeye yönelik hiç bir duygumun olmamış olması bu geçen 13 günde. Şimdiye kadar defalarca bırakma girişimim oldu ama hepsinde püskürtüldüm.
Bu sefer başka. Bu sefer gerçekten ayrıldık. Bu seferki kadar rahat olmamıştım. Sanki hiç içmemişim gibi geliyor bazen. Ya da kendimimi kandırıyorum bilmiyorum. Ama bu sefer giden sevgilinin ardından hüzünlü bir bakış yok. Birlikte yaşanmış güzel günlere özlem de yok. Ortamlardaki eksikliği de çok aranmıyor. Yani onsuz da olabiliyormuş meğer. Alışkanlıklardan kurtulmak çok zor dedik. Evlenmiş gibi yaşadık yıllarca. Birbirimizi aldatmadık hiç. En yakın ve tek dost muamelesi yaptık. Sonra geçimsizlik başladı. Hırpaladı vücudumuzu, her tarafı esir almaya, pis bir koku ile yaşamaya mahkum etti bizi.. anlamadık başlarda, aşkımız büyüktü, gözümüz görmüyordu hiç bir şeyi. Kalbimizin üstündeydi hep. Yatmadan son sohbeti onunla yapar, sabah bir şeyler atıştırdıktan sonra güne onunla başlardık. Hatta zorlu bir işi başardığımızda ilk takdir eden o olurdu, öyleki bu takdir başımızı döndürürdü..
Zaman geçtikçe, alışkanlıklarımız, mutsuzluklarımız olmaya başladı. Çünkü hayatımızın parçası olan bu kısa boylu kağıda sarılı yaşayan, yanarak tükenen nesne lükse düşkündü. Çekici kıyafetlere bürünüp hep baştan çıkardı bizi. Bizde çuvallarla para ödedik sadece içimize çekip ciğerlerimizi boğma adına..
“O beni bırakmadan ben onu bırakmalıyım” dedi her içen ama genelde bırakan o oldu. Kampanyalar, karalamalar para etmedi. Onunla aşk yaşayan ona köle oldu. Ekonomiye en çok ayarı o verdi. Onun üzerinden alınan vergilerden vazgeçemeyen hükümetler, göstermelik yasaklamalar yaptılar. Başlangıçta gösterilen tepkiler zamanla yok oldu eski düzen devam etti. Her tarafa burada içersen şu kadar para verirsin diye yazdılar ama içip te ceza veren kimseyi gören de duyan da olmadı..
İşte sonunda olan oldu.. Bende dumansız hava sahasına daldım. Bu sefer kararlıyım bir daha dönmemek üzere ayrıldım.. Kapıma da gelse, af dileyip ayaklarıma da kapansa.. Affetmeye niyetim yok. Ciğerlerime, vücuduma bıraktığı pisliklerinden arınana kadar ona bir şans daha vermeyeceğim. Bu sefer kararım net..
Umarım daha sonra barışma hikayemi anlatmak zorunda kalmam.. :)

Hadi Libya'ya da huzur götürün bakalım...

Tarih rahat dur!! Tekerrür etme demiştim sana.. Ama hala inatla tekerrür etmektesin 100 yılda bir.. Libya (Trablusgarp) ateş altında diyor televizyonlar. Kaddafi’yi bahane edip işgal edecekler ülkeyi.. 100 yıl önce 1911′de İtalyanlar sudan bahanelerle Trablusgarp yani bugünkü Libya’ya girmişlerdi. Osmanlıya kafa tutmuş, buralardan çekilmesini ve vergi ödemesini bile istemişlerdi. Yaklaşık bir yıl süren savaşların sonucunda kaybeden Osmanlı olmuştu.. Sonra ne oldu.. İtalyanlar güya Osmanlı’yı oradaki halka zulüm ediyor ya da ilgisiz kalıyor diye suçluyorlardı. Kendileri Trablusgarp’ı ele geçirince barış ve huzur getireceklerdi… Ama öyle olmadığı gibi 40 yıl boyunca isyanlar ve katliamlar bitmedi.. italyanlar bu ülkeye etmediğini bırakmadı. Katliamlardan bahsetmiyorum bile çünkü nasılsa kimsenin umurunda olamıyor.. 1951 yılında Libya krallığı kuruldu.. Sonrasını biliyorsunuz zaten.. Kaddafi ortaya çıktı ihtilal yaptı, yönetimi ele geçirdi o gün bugündür de ülke yönettiğini sanarak yaşıyor..
Şimdi 2011 yine huzursuz halk, yine barış ve huzur getirmeye gidenler ve yine aynı sözler. “Sivil halka zarar vermeyeceğiz.” Siz onları külahıma anlatın hatta Gordion’daki karanlık kuyuya bağırın isterseniz..
Bizde öyle bakarız televizyonlardan, biraz acıyarak biraz destek vererek. Çok bilen yorumcularımızın ağzına bakarak dünyayı anlamaya çalışırız. Sürekli tıslayan bir simültane tercümanın çevirisinden online savaş izleriz elimizde patlamış mısır.  İşte 100 yılda değişen sadece bu. Savaşın çıktığını da bittiğini de saniyesinde öğrenebiliyoruz. Yoksa olan olaylar, gelişen sonuçlar, alınması gereken dersler kimin umurunda.. Birileri bir yerlerde kafasına bomba yemiş bize neki. Dünya liderleri ne derse odur.. Bizde iş olsun çıkıp kürsüye iki okkalı laf edip adam sayalım kendimizi.. Nasılsa halk film havasında izliyor olayları. ırak’tan alıştırmışız, canlı canlı savaş filmi izletmeye..
Hadi o zaman hodri meydan bakalım kimler ekranlarda ne inciler dökecek ve bu savaşın sonunda kazanan kim olacak. Kaybeden taraf belli nasılsa…

Sade!! vatandaş...

Yıllar önceydi.. İlkokul beşinci sınıftaydım. Hatta bahar dönemiydi. İyi hatırlıyorum, kendimi bir şey sandığım yıllardı.. İlkokul bitiyor ya.. O zamanlar öyleydi.. O zamanlar dedikçe de kendimi birden bayaa yaşlı hissettim. Çok değil canım bir kaç yıl öncesi işte.. :)
Nereden merak sarmıştım hatırlamıyorum ama gözüm gibi baktığım bir pul koleksiyonum vardı. Pulları tek tek ayıklar, şimdi hatırlayamadığım bir mantığa göre pul defterime dizerdim. Bu işi yaparken pul koleksiyonu gösterme bahanesi ile çapkınlık işleri yapılabileceğini hiç bilmezdim.  Sonraları eski Türk filmleri izlerken öğrendim.. Ben öylesine anlamsızca, gelen mektup zarflarından kestiğim pulları biriktirir ya da kitapçıdan seri pullar alırdım. (Bu pulların hiç bir anlamı olmadığını ve hatta seri olmasının bile sahtekarlık olduğunu da çok sonraları öğrendim..)  Öylesine bir heyecanım vardı. Sonra lise çağında falan bıraktım, ihmal ettim. O zamanlar iletişim!! kurarken, çok işime yarayacağını düşünememişim..
Hayatım boyunca koleksiyon yaptığım tek malzemem de o pullarım oldu. Şimdi sanırım annemin evinde bir köşede duruyor. Nerede olduğunu bile bilmiyorum. Bugün nedense aklıma geldi birden. Olayın geçmişe özlemle falan alakası yok. Bir haftadır hangi programı açsam hayat hikayesi ile karşılaştığım, İbrahim Tatlıses hatırlattı bana pul defterimi. Geçmişini, çocukluğunu, hayatını artık ezbere biliyorum. Niyeyse!!. Bende kendimce öyle bir düşünceye daldım. Hani olur ya dedim bende bu ülkenin vatandaşıyım.. Sokak ortasında bir saldırıya falan uğrarsam. Benim çocukluğumdan bu güne gelmiş neyim var diye düşündüm. Sadece o pul koleksiyonu yaptığım defterim aklıma geldi.. Sonra da dedim kendime .. “Eh be adam baksana adamı günlerdir programlara sığdıramadılar. Senin bir tek pul koleksiyonun var geçmişten kalan.. Sakın bir yerlerde vurulma!!!…” Yoksa doktorlar maharetlerini gösteremezler. Kanallarda hüzünlü müzikler eşliğinde seni anlatamazlar. Hatta devletin tüm ileri gelenleri seni kurtarmak için seferber olurlar ama seni anlatacak bir şey bulamazlar.. Polisler seninle ilgili olumlu bir şeyler bulup iz takibine başlayamazlar. failleri yakalamak yıllar sürer. Zamanla yakalamaktan da vazgeçerler..
“Zaten boş yaşamış bu saatten sonra ne seferber olup kurtarıcaz” der doktorlar. “Elimizden geleni yaptık. Tüm imkanları seferber ettik ama kurtaramadık maalesef.” deriz olur biter derler.. Gideriz bir hiç uğruna…
Sade vatandaş oldunmu ölmek de, yaşamakda kolay işte. Ne kimse senin yolunu kesip kafana sıkar. Ne de bir kaza başına gelirse, birileri seni ağzına dolar. Kurtuldun kurtuldun… olmadı .. “Nasıl bilirdiniz mevtayı?” diye sorarlar, gömer giderler.. Geride kalan da sade bir pul koleksiyonun olur…
Sade vatandaş olmak mı yoksa sadece! vatandaş olmak mı.. Tercih size kalmış… İkisinin arasındaki farkı sonra anlatırım uzun uzun..
Ama ne olursanız olun arkanızda en azından bir pul koleksiyonu bırakın….
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...