Sayfalar

28 Şubat 2011 Pazartesi

Son 50 yıla damga vurdular... Onlar dört kişiydiler...

Yavaş yavaş bitiriyoruz Cumhuriyet'in ikinci kuşak dönemi de kapanıyor. Bir tek Demirel kaldı Allah uzun ömür versin... Düşününce ne kadar genç bir ülke olduğumuz daha net çıkıyor ortaya. Birinci kuşak Atatürk ve İnönü.. Atatürk'ün ölümünden sonra İnönü Atatürk'ten boşalan yeri doldurmaya çalışıyor. 1950'ye kadar durumu idare ediyor sonra 10 yıllık bir ara sonra 1960 darbesi.. İşte ondan sonra ikinci kuşak çıkıyor ortaya.. Tam elli yıldır.. Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş'i bilmeyen, tanımayan etkilenmemiş hiç kimse yoktur.. Hep bu dörtlü var meydanlarda.. Arada ufak sesler çıkıyor ama çabuk yok oluyor. Aralarında paslaşarak ülkeyi yönetiyorlar. Bazen başbakan bazen hükümet ortağı olarak.. 1980 darbesi geliyor ve hepsi yeniden cezaevlerinde.. O arada Özal çıkıyor ortaya.. yeni bir dönem başladı sanıyor herkes ama hayır fazla sürmeden yine on yıl sonra hep beraber ortaya çıkıyorlar. Bırakmıyorlar ülke farklı ellerde şekillensin. 90'lı yıllarda, ki bu yıllar Türkiye'nin en karanlık, en kirli yılları olarak geçecektir tarihe.. Ülke yönetimi bu adamların arasında sürekli el değiştiriyor. Arada baştaki kendileri olmasa da yerlerine geçenler onların güdümünde..
Önce Türkeş ölüyor, kurduğu yaymaya çalıştığı her şey yön değiştiriyor.. Ama ayakta.. Sonra Ecevit.. partisi dağılıyor.. Herkes onu CHP saflarında kabullendiğinden.. CHP'ye dönmeden kurduğu yeni parti onun ölümü ile yok oluyor.. Türkeş'in de Ecevit'in de cenazesinde milyonlarca insan gözyaşı döküyor. Sevenleri de sevmeyenleri de tek yürek oluyorlar son görevlerini yapma adına.. Ne de olsa memleketleri için çalışmış insanlardı..

Son olarak Erbakan hayata gözlerini yumdu.. Son saniyesine kadar biten partisini canlandırma çalışmaları yaptı.. Peki ama bütün bunlar neden?, ne için?.. Bu kadar zaman siyasetin içinde kalma arzusu nedir.. Kısa da olsa yapmışsın bir başbakanlık olmamış.. Sonra bir daha bir daha neden bitmez bu hırs.. Kimi örnek alıyorsunuz.. Böyle yaşayınca farklı bir dünyayamı gideceksiniz öldüğünüzde, ya da ölümsüzmü olacaksınız..
Bu meşhur dörtlü.. Ellerine aldıkları ülkeyi 40 yılda bugünlere getirdiler.. Şimdi soruyorum bugünkü olumsuzlukların sorumlusu kim???

Erbakan öldü.. Çok laf etmek istemem ama ben isterdimki son yıllarında biraz daha huzur verici ortamlarda yaşasın, torunlarını sevsin, memlekete faydası olsun istiyorsa, sevenlerini partiye oy vermeye değil dürüst olmaya çağırsın.. Allah rahmet eylesin.. Gerçekten değişik, cesur bir siyasetçi, iyi bir liderdi.. Ama adil düzen hayatın içinden onu aldı, adil olmaktan başka bir şansı olmayacak yerlere götürdü.. Geriye hırsla geçmiş bir ömür ve koridorlarında resminin her zaman asılı duracağı bir parti kaldı.. Ülkeye yaptıkları ya da yapamadıkları geride kalanların yaşamak zorunda olacakları bir ortam olarak yaşanmaya devam ediyor..
Şimdi bıraktığı partiyi oğlu devralacakmış. Babalar ve oğulları.. Siyaset babadan oğula geçmeye devam ettiği müddetçe biz bir arşın gidemeyiz.. Yazık bu oğullara.. Bakınız İnönü'nün oğlu zorla siyasete girdi neler yaşadı adam, çöktü gitti... Menderes'in oğlu hala debeleniyor.. Diğerlerinin bir oğlu olmadı kurtardılar.. Allah'tan Atatürk'ün de bir oğlu yoktu... ya olsaydı??.... Ne hale getirirdik kimbilir. Yüksek beklentilerle hayatı boyunca ağzının içine bakardık.  Ben mi anlayamıyorum yoksa saltanat bir şekilde devam ediyorda haberimmi yok..


Bu ülkede liderler çok yaşamamalı ve erkek evlat sahibi olmamalı.. Fazla yaşadılarmı beklentiler bitmiyor, 85 yaşına gelmiş bir adama hala parti teslim ediyorlar.. öldükten sonrada sülalesinde kim varsa aynı adamı görmek ümidi ile saldırıyorlar.. Özal'ın oğullarıda babalarının ölümünden sonra onun yerine geçeriz sanmadılar mı?..  Yüksek beklentiler vardı.. ne oldu? olmadı.. Olamazdıda zaten.. hanedanlık artık iş görmez. Demokrasi diye bağıranların hepsine bakın kendilerinden sonrasına evlatlarını yerleştirme çabasındalar. Bunu yemeyelim artık demokraside böyle bir şey olmazzz... En önemlisi tek adam 40 yıl boyunca da bir şekilde ülke yönetiminde söz sahibi olmaz.. Bakınız Libya, Mısır, Tunus..
Gideceğin yerde huzur içinde yat Erbakan.. Allah tüm günahlarını affetsin..

27 Şubat 2011 Pazar

Yazılar öksüz kalmasın..:)

Dostlar;
Yaklaşık 78 gündür bu blogda yazıyorum. şöyle bir baktım 75 makale yazmışım. Amma yazacak konu varmış. Ama bunlar daha başlangıç. Bazen ufaktan dokundurdum, imalar yaptım, bazen kahramanlar yarattım, bazen küçük anılarımı paylaştım sizlerle, kimi zaman eleştirdim, kimi zaman da yüceltmeye çalıştım kendimce.. Sizlerde okudunuz, takipçim oldunuz, desteklediniz, eleştirdiniz, beğendiniz yada burun kıvırdınız. Biliyorum ki her birini okurken bir şeyler hissettiniz yada kafanızdan bir şeyler geçti.. Ama nedense bu düşüncelerinizi paylaşmadınız, kendinize sakladınız. Yazılan her konuda söylenecek bir şeyler vardır derim hep.. Bu sebeple yorumlarınız ve katkılarınız benim için her zaman değerli olmuştur.. Size yardımcı olmak adına yazıyı okurken muhtemelen kafanızdan geçenleri sıralıyorum..
-Hımm
-Evet yaa
-Yok daha neler
-Amma saçmalamış
-Çok güzel yazmış be
-Hadi canım daha neler
-Vayy
-Nereden bulmuş bunları
-Ayy çok güzel
-Of ya çok üzüldüm
-Çok eğlenceliymiş
-Eh işte
-Çok duygusalmış
-Hiç bişey anlamadım
-Eee ne olacak şimdi
-Tamda benim kafadanmış ya
-Off ne uçmuş be
-Sıkıcı olmuş
-İçim daraldı
-.........??
İşte size bir kaç örnek. E yani sizde okuduğunuz makaleyi değerlendirin artık canım. Bende nereye kadar anlaşılmışım bir fikrim olsun dimi ama.... Hadi daha okunacak 75 makaleniz var..:)

26 Şubat 2011 Cumartesi

Severiz tribünlere oynayanları, aldanır gideriz peşi sıra..

Yoruldum biraz be, boğuldum hatta.. Kış bitiyor, ufaktan bahar uzattı kafasını, hissettiriyor o acı duygusallığını.. Çok yoğun bir yaz dönemi olacak gibi görünüyor şimdiden ama derin de bir sessizlik var sanki..
Hepimiz oturmuş isyan eden ülkeleri izliyoruz, arada maçlara takılıp bütün futbolcuları masaya yatırıyoruz.. Önce memleketi kurtarıp sonra Beşiktaş'ı kurtarmaya çalışıyoruz.. Teknik direktörler sadece bu muabbetleri dinleyip takım kursalar kesin şampiyon olurlar.. Köşebaşlarındaki memleket kurtarma senaryoları başbakanın kulağına gitse eminim kafasını taşlara vurur ben neden düşünemedim diye..
Benim yorgunluğum bunlardan değil elbet.. Televizyon izleyememekten, gazete okuyamamaktan, haber programı izleyememekten yoruldum. Bir şeyi yapamamak nasıl yorar adamı?? Onları izlemezseniz ne yaparsınız.. Çıkar sokaklarda sürtersiniz, spor yaparsınız, kitap okursunuz, bir film izlersiniz, kurt sürüsünün geyik sürüsünü parçalamasını seyredersiniz.. E bunlarda yorar adamı tabii..
Ben neden izleyemiyorum...... Çünkü izlerken kendimi hipnoz olmuş gibi hissediyorum.. Herkesi sahtekar zannedip acaip paranoya sahibi oluyorum.. Yalan söyleyenleri alkışlayan, doğru söyleyenleri susturanları görünce programa dalasım geliyor.. Benim düşündüklerimi o programdakilerin düşünüp söyleyememesine çıldırıyorum.. Çok basit cevabı olan sorulara, çok saçma cevaplar verilmesine dayanamıyorum.. Kandırılmaya gelemiyorum. Halkın kim olduğunu bilmeden halka nasihat verenlere kafadan girmek istiyorum.. Lider görünen adamların kendi reklamını yapıp tribünlere oynamalarına, bunu yaparken de takım ruhunun ne olduğu hakkında fikir bile yürütemeyecek kadar megaloman olmalarına hiç tahammül edemiyorum.. Sonra ne yapıyorum... takılıyorum hayvanlar alemine olmadı spor geyiklerine.. Maç seyrederken görüyorum tribünlere oynamanın inceliklerini..

Takım olmanın özünde ruh vardır.. Etki altına almak istediğiniz kitleyi düşünmeyeceksiniz, önce kendi içinizde kalite oluşturacaksınız.. Takım içinde bir kişinin bile kitleleri bireysel etkilemek için ortaya atılmasına izin vermeyeceksiniz. Onlar sizi kilitlenmiş bir bütün olarak görecek öncelikle.. Sonra liderinizi öne sürebilirsiniz ama önce ilk şart takım olduğunuzu göstereceksiniz..

Biz bir türlü beceremedik, vazgeçemedik AĞAERKİL!! bir toplum olmaktan.. Sonra ne oldu gittik bir liderin peşinden, uçurduk adamı, o da tutup kasabı maliye bakanı, esnafı ekonomiden sorumlu devlet bakanı yapıverdi.. Sonra hep beraber rüyamızda Cleveland'ı gördük.. Enflasyon tek basamaklı diye kandırıldık.. Dünyada petrol fiyatı yükselirken zam yapıldı tamam dedik. Fiyatlar düşerken bişey olmadı onada tamam dedik. Tekrar arttı dediler gene zam yaptılar biz ısrarla tamam dedik.. Ucuz ayağı ile kalitesiz mal kullanmaya alıştık olsun dedik. O da yetmedi dünyanın yasakladığı GDO' lu ürünleri bolca soktular memlekete afiyetle yedik.. Kuş gribi çıktı, memleketteki tüm tavukları boğazladık, peşinden pet şişede yumurta sattılar, yeriz dedik.. Gemiler aldılar, olsun büyüyoruz dedik.. Kriz teğet geçti dediler hakket dedik.. Canları kimi istediyse içeri tıktılar hak ediyolardır dedik.. Pekii tüm bunları niye dedik çünkü biz takım olmadan tribüne oynayan sahte kahramanların peşinden gitmeyi hep sevdik... Kim ki hatip olur geçer kürsüye, gözümün içine baka baka yalan söyler ve hatta Bir Allah kuruşu diye yepyeni bir para birimi oluşturur.. Ona inanmak farzdır yoksa hipnoz bozulur.. Dönüyor dünya, bizde dönelim nedir yani..
Girelim dümen suyuna. yalanlara inanmaya alıştık nasıl olsa...
Aklı başkasından bekleyenlerin aklı başına gelene kadar sahtekarlar tüm yurdu sarar...

24 Şubat 2011 Perşembe

Tekerrür etme artık tarih.. Biz nasılsa ders alamıyoruz..


Şu sıralar her telden bir şeyler okuyorum.. Tarih, siyaset, astronomi, bilim, din.. Karmakarışık bir durum anlayacağınız. Hepsinde ortak bir taraf var ama.. Birileri bir dönemden bahsederken o zamanki liderleri yerden yere vuruyor, diğerleri göklere çıkarıyor.. Mesela Osmanlı'nın son yıllarında en uzun tahtta kalmış padişah kim?.. II. Abdülhamit. İlginç adamdır, o kadar yıl hüküm sür sonra seni sürsünler, saray bozması bir köşkte çürümeye terk etsinler.. Sebep ne.. Kötü yönetim.. Kaç yıl sürmüş yönetim.. 33 yıl. Zaten ondan sonrada ayar tutmamış hiç..

Bu 33 yılda neler yapmamış ki.. Zaten o tahta geçtiğinde 20 yaşında olan bir vatandaş tahttan indiğinde 53 yaşında oluyor.. Yaşadığı gördüğü bildiği tek lider o olmuş. Elektriği getirmiş, otomobili getirip yollar yaptırmış.. Okullar açmış, Ziraat bankası onun zamanında açılmış, telgraf teşkilatını kurdurmuş.. Liste kabarık anlayacağınız.. Meşrutiyetin ilanı ile gelip ikinci meşrutiyetin ilanından 1 yıl sonra 31 Mart vakası ile gitmiş..  Peki bu adam bütün bunları hangi zamanlarında yapmış.. Çoğunu ilk yıllarında.. Kendi başınamı düşünmüş tüm bunları.. Kesinlikle hayır.. Çoğu İngiliz yardımı. İngilizler tüm bunları yaparken ülkeyi nasıl sömürmüşler bunu fark edebilmiş mi? Şimdi günahını almayalım.. Belki fark etmiştir ama önemsememiştir.. Nasıl olsa iş yapıyorlar çünkü mühim olan ülkenin refahı!!.. Peki o zamanda ülkeye giren İngiliz hakimiyeti bir daha çıkmışmı?? Artık buna da bir şey söylemeyeyim, etrafınıza biraz bakın isterseniz..

Abdülhamit'i anlatmak değil derdim.. Dedim ya başta; birileri yerden yere vururken, diğerleri neden hala göklere çıkarır.. Uzun dönem ülkenin başında kalanların sonuda hep mi aynı olur.. Ya sürgün yada idam..
Bu günlerde Kuzey Afrika'da olan olaylarında Abdülhamit döneminden çok farkı yoktur.. Bir adam aynı ülkeyi neredeyse kendini bildiğinden beri yönetirse artık o ülkeyi de, o ülkede yaşayan halkı da kendi malı gibi görmezmi.. Hatta ülkenin tüm mali kaynaklarını kendi kasasını doldurmak için değerlendirmezmi.. Bunun adı saltanat değilmi.. Sen kalk 30 küsür yıldan beri seni yöneten adama çılgın gibi destek ver %87 lik bir oyla başa geçir daha 5 yıl geçmeden isyan et.. Be Mübarek(!) Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demezlermi adama.. Alıştırmışsın adamı, şımartmış, bir taraflarını tavana vurdurmuşsun.. Al demişsin benim yularım bu, çek çekebildiğin tarafa.. Al bir de ülke, oyna oynadığın gibi.. Sonrada olmadı isyan edelim. Edin tabii, içine ettirdiğiniz ülkenin ancak sifonunu çektirirsiniz bu kafayla..

Mustafa Kemal Trablusgarp (Libya) cephesinde
Dönüyoruz Libya'ya durum bire bir aynı.. Genç bir yüzbaşı, çat birden Albay ardından bir darbe hop ülkenin başındasın.. Sonrada al sana bir halk.. İster öldür ister kullan.. Hepsi senin.. Çadırda yaşama ayağı ile halkı sürüm sürüm süründür.. Bunca yıl biat eden bir halk sonra birden ne olduysa kafasını kaldırıyor isyan ediyor, bunun karşılığında bombalanıyor, öldürülüyor. 41 yıl dile kolay neredeyse yarım yüzyıl, tek adam bu ülkeyi yönetiyor. Sen padişahmısın be adam demezlermi adama.. Bu kadar uzun kalıpta eceli ile tahttan inen kim var ki.. Birde hanedan hesabı oğullarını almışsın ülke yönetimine. Ama yazık.. tarih öğretememişsin. "Türklere de İtalyanlara da bırakmadık bu ülkeyi" deyiverdi. Bilemedi yavrucak.. daha küçük!!. Oysa O Türkler sizi yok olmaktan kurtarmıştı.. Ama serde var işte araplık, sırtından vurmak lazım zira.. Neyse oralara girmeyelim hiç...

Bu adam böyle bir dünyada 41 yıl hüküm sürmeyi  başarabiliyor.. Sonrada halk isyan etmişmiş. Yerim ben öyle halkı.. Arkadaş neredeydi sizin babalarınız ve hatta dedeleriniz.. Ama yıllar sonra biliyorum.. bu isyanlara kurban giden devrik liderler için de çok methiye düzülecek, övgüyle bahsedilecek. Şimdi herkes kellesini isterken gün gelecek her köşeye heykelleri dikilecek, dizi dizi gidip af dilenecek.. Mezarı türbe olacak.. Anma törenleri falan gidecek öyle. Kimi yazarlar icraatlarından bahsedip göklere çıkaracak, kimileri yazık oldu, birileri kışkırttı devrildi diyecek, kimileri de acımasız bir diktatördü diyecek.. Tarih yine ders alınması gereken bir tekerrürler zincirinden oluşacak..Sonra zamanın şartlarını ihmal edip bugüne göre değerlendireceğiz her şeyi. Yanlış yapanları baş tacı ederken, memleket hizmetine kendini adayıp hayatını bu uğurda verenler de yok olup gidecek o meşhur sarı ve tozlu sayfalarda.. Hatta gün gelecek bizi kurtarıp, medeniyet kazandıranları bile yargılasak mı diyeceğiz bilnçsizce.. Sonra durup yeniden bir lider arayışına girip dua edeceğiz "bu yüzyılda da bize nasip et Allah'ım" diye..

Kuzey Afrika Osmanlı hakimiyetinde iken de halk sefillik içinde idi.. Dünyada yada imparatorlukta neler olduğunun farkında bile olamıyorlardı.. Sonra girdiler emperyalist ülkelerin kontrolüne, bir nevi manda oluverdiler. Saltanatın 1922'de kaldırıldığını da sanırım yeni anlamaya başladılar. Yoksa başlarındaki adamlara bunca sefilliğe rağmen bu kadar katlanırlarmıydı... Ama şüpheniz olmasın hala içlerinde "padişahım çok yaşa" diyenler vardır. Bu adamlarda belki 80 yıl sonra tekrar o günlere dönmek adına yeni bir organizasyon kuracaklardır.. Nede olsa medeniyet denen şey bir anda kabullenilmiyor, tek dişi kalmış canavar zira...
Kızım sana anlattım ama gelin ne kadar anlarsa artık...

23 Şubat 2011 Çarşamba

Hepimiz müdürüz...

Sabah çıkıyorum evden işime gitmek üzere, basamaklardan inerken temizlikçi kızı görüyorum, 20'li yaşlarda.. Ne ismini biliyorum nede ne için bu işi yaptığını. Yanından geçerken, gülümseyerek "günaydın kolay gelsin" diyorum.. Kız kafasını kaldırmadan hatta duvara bakarak cılız bir sesle "sağ ol" diyor.. Tekrar bakıyorum, anlam veremiyorum çünkü bu durumuna.. Bana kızgın mı ki diye düşünüyorum Ama neden kızsın, ne alakam var diyerek binadan çıkıp gidiyorum. İlerlerken yolda sokakları süpüren belediye işçisini görüyorum.. Ona da gülümseyerek "günaydın kolay gelsin" diyorum.. Demez olaydım.. Oda suratsız. Daha da kötüsü cevap bile vermiyor bakıyor sadece sert bir ifade ile. Düşünceli yürüyorum.. "Nasıl yaa!! nooldu bu insanlara" diyorum.. Ben her sabah günaydın dediğimde en azından cevap verirlerdi.. Şimdi yüzüme bakmıyorlar. O gün öyle geçiyor gün boyu anlatıyorum arkadaşlarıma.. Hiç kimse ciddiye almıyor gerçi ama ben anlatıyorum işte..
Ertesi gün yine aynı tepkileri verince dayanamadan soruyorum.. Bu seferki şaşkınlığım daha büyük.. Günaydın deyip selam verdiğim kızda caddeyi temizleyen adamcağızda işe yeni başlamış, eskileri gitmiş.. Ne kızıyorum kendime anlatamam.. Ben her sabah günaydın dediğim insanları tanımıyormuşum meğer.. Öylesine günaydın deyip geçmişim değiştiklerini bile anlamamışım.. O günde bu olayı anlatıyorum arkadaşlarıma ama gene ciddiye alan çok insan yok..

Ertesi gün ısrar ediyorum selam verip günaydın demeye, tepkiler hep aynı.. Sanırım onlarda beni tanımıyor hatta pek de umursamıyorlar.. Tuhaf bir durum..
Anlıyorum artık, insanlar işinden utanıyor, onlara selam vermekle küfür etmek arasında sanki bir fark yokmuş gibi. Bu nasıl bir anlayıştır.. Bir günaydın demek yada sana selam veren adamın yüzüne bakmak neden zor gelir.

Anlatayım efendim.. Oturdum düşündüm biraz kafa yordum bu işe..
Biz millet olarak bu tarz işleri ceza yada aşağılanacak bir iş olarak görüyoruz.. Komplekslerimizden arınamıyoruz bir türlü.. Çünkü hepimiz müdür, hepimiz patronuz. Okumuşu da okumamışı da girsin bir işe ama mutlaka koltuğu, bilgisayarı birde çok rahatsız etmeyen bir telefonu olsun sabah gelsin akşam gitsin. Hiç bir şey üretmesin fazlada yıpranmasın, öyle takılsın ama en az 3000 lira maaş alsın.. Olmadı mı böyle bir iş, o zaman otursun evde arada yolunu bulsun oda olmadı takılsın kahve köşelerinde üç beş arkadaş yol bulma muhabbetleri ile plan yapsın, her sabah iş kursun akşam vazgeçsin.. Olmadı günübirlik takılsın.. Ama yapacağı iş mutlaka kalbur üstü olsun.. Nasıl yani... İlkokul mezunu bir adam, işsiz.. Belediyede iş bulur, başlar ama bu sefer yaptığından utanır, kızar etrafından geçenlere, yada apartmanı temizleyen kız gibi yaptığı işten utanır sıkılır ve o binada oturan herkese şeytan gibi bakar.. Adaletsiz dünya diye içinden söylenir sürekli.. Oysaki o insanları anlamaya, önce insan olmaya çalışmaz hiç.. Gülümseyen yüzle işini layığı ile yapsa, mühim olan yapılan işin ne olduğu değil, iyi yapılması diye düşünse.. İnsanlara farklı dünyanın insanları gibi bakmaktansa, anlamaya çalışsa.. Bir ülkede her kesin yapması gereken işler olduğunu anlayıp kendi üstüne düşen işi sadece yapsa...

Hiç unutmuyorum yıllar önceydi.. Bir akrabamla karşılaşmıştım. Okuyordum o zamanlar. Ne iş yaptığını sordum doğal olarak.. Suratının şekli değişti sinirli bir ses tonu ile "ne olacak fırıncıda çalışıyorum işte" dedi. Anlamamıştım tepkisini "eee noolmuş niye sinirlendin ki " diyebildim salak bir ifade ile.. "siz ne anlarsınız" demişti bana.. Evet biz anlamıyoruz, iyide biz kimiz arkadaş neyi anlamalıyız.. Bunda anlaşılmayacak ne var ki.. Evet biz ne anlardık!! belki o zaman.. Ama yıllar geçti ben hala anlayamıyorum.. Yurt dışında hangi ülkeye giderseniz gidin insanlar bizim ülkemizde olduğu kadar işleri ile bir şey olmazlar. İş iştir.. Maksat bellidir .. Para kazanmak.. Aldığın eğitime görede yaparsın hepsi bu. Bunda utanılacak ne vardır.. Neden aşamıyoruz bunları..
60'lı yıllarda Almanya'ya bir sürü işçi gitmişti. Yıllar sonra izine falan geldiklerinde havalarından yanlarına yaklaşılmazdı.. Oysa bir çoğu oralarda belkide en ağır işlerde çalışıyorlardı. Kime hizmet ediyorlardı peki.. O zaman biz neden kendi vatandaşlarımıza hizmet ederken bu kadar acımasız olabiliyoruz da, başka ülkelerde bu işi yaparken sorun olmuyor. Sonrada nefretle bakıyoruz bir selam verene..

Ama olsun ben her sabah geçerken temizlikçi kızın yanından, usulca "günaydın" diyorum.. O da hala duvara bakıp "sağ ol" deyiveriyor.. Hala ismini bilmiyorum ve yüzünü hiç görmedim.. Ben mi suçluyum, omu, sistem mi yoksa toplum mu artık bunu da düşünmüyorum.. Bildiğim tek şey var oda ne olursa olsun işini layığı ile yapan bir gün o işin patronu olur.. Olamazsa da mutlu olur, duvara bakmaz...

21 Şubat 2011 Pazartesi

Kusurlarımız farklılığımızdır..

Kusurlarımız farklılığımızdır. Evet yanlış anlamadınız. Kusurlarınızdan utanıp saklamayın. Tersine sergileyin. Onlar sizin imzanızdır bir yerde. Tabii kusur derken, görüntüsünden rahatsız olabileceğiniz kusurlardan bahsediyorum, sağlığı ciddi etkileyen tarzda kusurlardan bahsetmiyorum..
Yok efendim burnum çok kalın, şuradan biraz yontturayım.Kulaklarım kepçe , yapıştırayım. Kaşlarım düşük kaldırttırayım. Dişlerim ayrık, kapattırayım.. Boyum kısa, uzattırayım.... Memem küçük büyüttüreyim.. Kalçam düşük kaldırttırayım..Böyle gittikçe gidiyor. Vücudun her yanını, dışardan görünen yanını elbete, istedğiniz şekle sokabilirsiniz.. Hele ki birde işinin ehli bir plastik cerrahın eline düşmüşseniz, adam sizden Afrodit bile çıkarabilir.
Kendinize güveniniz artar, herkes sanki size bakıp beğeniyor gibi hissedersiniz. Daha önce kusur sayıp sergilemediğiniz yerlerinizi büyük bir gururla sergilersiniz.. Hatta sokarsınız insanların gözünün içine. Ama vücudunuzun iç tarafı yetimmi.. Kaporta tamam, motor ne olacak? Solunum, sindirim sistemi.. Siz dış görüntü ile böbürlenirken onlar aslında sizi tuzağa düşürmek üzeredir. İçerden tepki gösterir, bir nevi seslerini duyurmak isterler.. Onların en iyi dostu zamandır. Çünkü zaman geçtikçe o yeni görüntünüzden sıkılırsınız, değiştirirsiniz..  Sonra yine, sonra yine... En sonunda ne olursunuz biliyormusunuz?.. Hani o yıllar önceki görüntünüz var ya işte ona dönmeye çalışıyor bulursunuz kendinizi.. Tıpkı alışverişe gittiğimizde ilk gördüğümüz eşyayı beğeniriz ama "hele biraz daha dolaşayım"  deriz, sonra ayaklarımıza kara sular inmiş vaziyette o ilk ürünü alırız.. Yorgunluğunuz da, zaman kaybı da cabası...Zamanla yaşlandıkça yenisini yaptırırsınız ve sonuçta tatlı tatlı yaşlanmak varken hilkat garibesine dönüverirsiniz. eski halinize asla dönemezsiniz ama her müdahaleden sonra bir şey olursunuz, o bir şeyi zamanla sizde tanıyamazsınız...
Kusurları düzeltmek yerine kendimizi düzeltirsek, dolu biri olursak zaten kimsecikler kusurunuzu fark etmez bile.. Kusur dedikleriniz sizin taklit edilecek özelliğiniz haline gelir. Bir zaman sonra bakarsınız insanlar sizin beğenmediğiniz tarafınızı kendilerine yaptırmaya çalışır olurlar..

Klasik anlayış olan "mühim olan ruh güzelliğidir" geyiği de yapmıyorum elbette.. Zaten ruh güzelliği kavramını hiç anlamamışımdır.. İçine kapanıp iç dünyasında yaşayan, içindeki güzellikleri sergilemeyi beceremeyenlerin bahanesi gibiymiş gibi geliyor bana.. Buna ilaveten yaradan yaratmış, dokunmamak lazım günahtır da demiyorum.. E be adam ne diyorsun o zaman??
Gerekmedikçe görüntüyü bozmamak lazım diyorum.. Çünkü aynaya baktığınızda neyin size yakışacağına karar veremezsiniz. Mühim olan dış dünyaya yaydığınız yansımanızdır.. Özünde kendi ile barışık olmak yatar ama esası durumu kabullenmekten geçer. Korku, utanç duymadan kendimizce kusur saydığımız yada bize çirkin görünen taraflarımızı saklamaya çalışmamalı, aksine olabildiğince ortalığa dökmeliyiz.. Kocaman bir burnu olan adamsanız, kendinizle eğlenecek kadar güçlü olabilmelisiniz.. Düzelttiğiniz kusurlarınızdan sonraki dostlarınız eski halinizdeki dostlarınız kadar samimi olmayacak.. Çok peşin hükümlü bir laf oldu galiba.. ) Çünkü eski dostlarınızdan vazgeçmeye meyl edeceksiniz de ondan. Bakın meyl edeceksiniz dedim, vazgeçeceksiniz demedim..
Biblo gibi olmak başlangıçta hoş gelebilir ama sorumlulukları da bir o kadar yüksektir.. Dolaşamazsınız sokaklarda. Allah korusun sonra size sarkıntılık yapanları haklı görüverir profesörün biri.. Bahaneniz bile kalmaz..
Güzel olmak, beğenilmek elbetteki hoştur ama olmak istediğiniz şey gerçekten güzelmidir?
Bu kadar güzellik üstüne yazdıktan sonrada bir son söz söylemek yakışır herhalde..
Unutmayın;
Güzellik gözün göremediği yerlerdedir. Tüm güzellikler sizinledir her zaman, hissetmek isterseniz...

Hafta sonu ne yapılır?.. İşte bir örnek..

Saat 09:00
Buluştuk, hava çok soğuk, üç kişiyiz, bir hafta sonra yapacağımız yürüyüş için keşfe gidiyoruz. Araçla yaklaşık 30 dakikalık bir yolumuz var..
09:15
Yola çıktık
09:35
Bir köy bakkalının önündeyiz. Sucuk ve içecek aldık. Sucuğun içinde ne olduğu konusunda çok emin değiliz ama fena görünmüyor. Köy bakkalı çok fazla sucuk satmadığından olacak, pek alışık değil bu tip durumlara, zaten ne zamandan kaldığı biraz şüpheli. Ama olsun bölge halkı da kazansın, kararlıyız alışverişimizi oradan yapacağız.. yaptık..
09:45
Aracımızı bırakacağımız yerdeyiz, fazla soteye bırakıp dikkat çekmeyelim dedi, bu işleri sürekli yapan dostum.. Tecrübe dedim saygı duydum. Düşündüm haklıydı, yol kenarına bıraktık.. En fazla virajı alamayan biri çarpar dedik ama olsun böylesi daha emniyetli.. Yanlarına fotoğraf makinelerini de almışlar, iki işi bir arada yaparız misali.. Bende hedef gösteririm diye düşündüm, çünkü yanımda makine yok.
09:50
Yürüyüşe başladık. Çok keyifle, özenerek döşenmiş bir taş yol üzerindeyiz. Hava yağışlı ama sanki ıslatmıyor gibi hissettiriyor. Biraz soğukça ama olsun yürüdükçe ısınırız diye düşünüp hızlı adımlarla yürüyoruz. Yol o kadar muhteşem ama asıl muhteşem olan yol kenarındaki ağaçlıklar. Ormanı yarmış yol, bizde ortasından yürüyoruz. Sağımızda meşe solumuzda yer yer devasa göknarlar, yol kenarında kardelenler.. Ağaç türlerini biliyormuş gibi yapıyorum ama yanımdaki arkadaşım yemiyor çünkü bu konuda benden iyi. (sayılır)..:) Neyse efendim yürüyüş esnasında kendimizi arada tutamıyor ve atıyoruz ormanın kucağına.. Ferahladığımı hissediyorum, sırtımda sırt çantası var ama koşuyorum ağaçların arasında, enerji doldum birden.. Taş yol bitiyor ama yol bitmiyor bu sefer biraz çamurlanmış.. Neden diyorum kesmişler buradan sonra taş döşememişler sanki. Arkadaşım anlatıyor.. "İngilizler yaptırmış bu yolu 50 yıl önce, ağaçları da onlar dikmişler" Şöyle bir bakıyorum.. "Hadi be her şeyide yapacak değiller ya. Ne yapıldıysa ya İngiliz ya da alman ne alakası var canım.." diye söyleniyorum kendi kendime. Nedense birden kabullenemedim.. Takdir edecektim vazgeçtim..  Girdiğimiz yeni yol, taş yol gibi değil.. Çamurdan vıcık vıcık ama gene aynı arkadaşım bardağın dolu tarafını görüveriyor.. "çamurlu yol iyidir" diyor.. Manasızca bakıyoruz.. Sonrasında devam ediyor bakışlarımızdan rahatsız olmuş olacak.. "Çamursuz yolun değerini bilir, güzel bir yola girince mutlu oluruz".. Pes!! diyebiliyorum ancak.. Bardağın dolu tarafına örnek daha ne kadar güzel verilirdiki.. Sonra çamurlu yolda bitiyor.. Patikamsı, kuru, çamursuz bir yoldayız.. Gerçekten mutluyuz, "ne kadar güzel yol" diye bağırıyoruz niyeyse )
12:05
Çok güzel bir zirvedeyiz. manzara çok çekici, uzaklardan avcıların atış sesleri geliyor.. Yankılanıyor ormanın içinde, o ses bile bir hoş geliyor kulağımıza.. Yalnız küçük bir sorun var yol bitti. Ne patika var nede bir geçit.. aslında ineriz buradan diyoruzda, bir hafta sonraki grubu düşününce frene basıyoruz. Sonra biraz geriden bir yol buluyoruz, geçerken fark etmemişiz manzaranın büyüsünden..
12:35
Mola yerindeyiz. Hemen iş bölümü yapıyoruz, ben ateş yakmak için odun toplamaya gidiyorum. "bu yağmurda ateş yakamazsın" diyorlar bana.. Yok inadım inat yakacağım.. Arkadaşlar da ispirto ocağını tutuşturuyor , sucuklar doğranıyor, pişmeye başlıyor, ben ateşi üflüyorum.. Sucuklar yeniyor, şüpheliydik ama çok lezzetliler.. hatta sigaralar içiliyor, ben ateşi üflüyorum.. Her taraf ıslak, kuru bir dal bile yok, haliyle ateş yakmak da zor tabii. "Artık toparlansak mı" derken... "İşte oldu" diye bağırıyorum.. yandı ateş... Ama her şey bitmiş yemekler yenmiş. Olsun ateşin hatırına bir kaç parça daha odun atıp öyle seyredip güya ısınıyoruz.. Bu arada yürürken bizi ıslattığını hissettirmeyen yağmurun aslında sırılsıklam ettiğini anlıyoruz..
14:00
Dönüş yolundayız ancak aynı yoldan dönmeyi düşünmüyoruz. GPS'den kabaca bir rota belirliyoruz, kuzeyide bulduk, hadi hayırlısı deyip çıkıyoruz yola.. Yol varmı yokmu hiç bir fikrimiz yok. Ama olsun kendimize güvenimiz tam.. Dere kenarından başlıyoruz yürüyüşe.. Başlangıçta, izler görüyoruz, koyun izi diye düşünüyoruz ve koyunların açtığı patikadan izleri takip ederek ilerliyoruz. Sonradan arkadaşlardan biri, ki bu arkadaşım aynı zamanda daha önceki yazımda bahsettiğim fanatik yaban hayat fotoğrafçısı, bu izlerin karaca izi olabileceğine kanaat getiriyor. Hep beraber izleri ve etrafa saçılmış dışkılarını inceliyoruz. Tabii dışkıyı incelerken bir tadına bakmadığımız kalıyor.. Sonra hep beraber heyet olarak karar veriyoruz.. bu izler karaca izi.. Çünkü arazi daralıyor, yer yer dikleşiyor.. Hiç bir çoban buradan sürüyü götüremez diyoruz.. Ama yorucu değil.. Tamamen içgüdüsel yön duygusu ile gittiğimiz patika bizi yola çıkarıyor.. Yola çıkınca dönüş yolunu biraz daha değişik yerlerden yapalım inadı ile biraz daha debeleniyoruz ama sonunda aklın yoluna inanıp, en kısa yol bildiğin yoldur sloganı ile bildiğimiz yoldan dönüyoruz..
16:30
Araç başındayız.. Erken geldik biraz. Ama yanınızda iki tane fanatik fotoğrafçı olunca yapacak çok işiniz olabiliyor. Neymiş efendim, yakınlarda göller varmış, oralarda doğal olarak su kuşları.. Tüm itirazlarıma rağmen çoğunluktan kaybediyorum ve düşüyoruz göl yollarına.. Ama bu sefer ben haklıyım.. Çünkü kuş falan yok...
Bir saate yakın zaman kaybettikten sonra. O bölgedeki belkide en çekici, en doğal, en ucuz tesis olan Ballıkayalar' daki tesise geliyoruz.. Soba başında bir çay.. Off Of ne gidiyor anlatamam.. Şans bu ya!! birde maç varmış. Kurulduk masaya, hem yemek yedik hem maçı izledik.. Hemde dinlendik..
21:00
Döndük ve bitti.. Haftaya olacak faaliyete hazırız..Bu da öyle bir pazardı işte. Eğer bir gün sizde benimle gelmek isterseniz bana ulaşın yeter....  Haa bu arada diyeceksinizki fotoğraflar nerede.. O arkadaşım fanatik ama çektiklerini bana verirken o kadar fanatik olamıyor.. Ama alır almaz mutlaka sizinle paylaşacağım.. Şimdilik Ballıkayalar'dan bir resim ile idare edin..Sevgiler efendim.. Bol oksijenli günler..

19 Şubat 2011 Cumartesi

1919'da bir seçimdi.. O halk nerede şimdi??

Seçimlere az kaldı ya, vatandaşı kandırmak adettendir ya, vaatleri verip sonrasında unutmak politkadır ya, siyasette başarılı adamlar hep en güzel yalanları söyleyenlerdir ya, memleketi yönetmek yerine cepleri doldurmak için hükümet olmak gerekir ya, devletin malı denizdir yemeyen kerizdir ya.... Yaa öyleyse hadi hodri meydan.. Cebinde varsa üç beş kuruşun tut bir partinin kuyruğundan, siyasete girmek istiyorum de, mahalle mahalle dolaş, kandır insanları, sonra seçim akşamı kurul ekran başına sonucu bekle.. Seçim sabahının ertesi günü seçildiysen kutlamaları kabul et yok olmadıysa, tut başka partinin yolunu yada dön işinin başına olmadı "tatlı bir macera yaşandı ve bitti" dersin çıkarsın işin içinden...
Ama sen değilmiydin memlekete hizmet etme sözü veren, sen değilmiydin vatandaşı kucaklayan, sen değilmiydin oyunuzu bana verirseniz şöyle böyle yapacağım diyen.. Eee nooldu şimdi, tamam seçilemedin ama oyunu sana verenler ne olacak.. nasıl yani o kadar oy veren adamların tüm heyecanları çöpemi.. maksat sadece seni meclise sokmakmıydı yani.. Şimdi giremediysen bir dahaki sefere girersin neden döndün şimdi bana sırtını.. Hizmet aşkına, vatandaşın sırtını yerden kaldırma vaatlerine ne oldu... Seçilememişsin siyaseti bırakmışsın.. Bundan bana ne.. Sen bana oy ver dedin verdim ama seçilemedin. Sen seçilemeyince benim oyumun anlamıda kalmamışmı oldu yani?..
Evet aynen öyle oldu.. Seçilseydi ne olacaktı peki.. Hiiçç!! koca bir hiç.. Belki seçimden sonraki günlerde seçtiğin adam bir uğrayacaktı, mahalleye, ki zaten o zaman ona ulaşamayacaktın.. Padişah edası ile selamlayacaktı, sonrada bir daha ne gören ne de duyan olacaktı.. En fazla iyi bir işin sonunda ismi geçerse gururlanacaktın "ben seçtim onu be" diyecektin.. İşte hepsi bu...
  ***
Anlamaya çalışıyorum; İnsan gerçekten bu kadar zor bir ülkenin yönetimine hiç bir donanımı olmadığı halde neden talip olur?  Hadi ülke ayrı diyelim belediye başkanlığı için neden bu kadar boğuşur? Ne iş yapar belediyeler? O şehirde yaşayan insanların tüm pisliğini temizler, elektriğini suyunu verir, yollarını, köprülerini onarır.. Kısacası sürekli hizmet için vardır.. yani altınıda üstünüde itina ile temizlemek için aday olacaksınız.. Ne tuhaf dimi.. rahat batmış gibi, kendi işlerinde ilerlemek için uğraşsalar daha iyi olmayacakmış gibi.. bakıyorum biri doktor, ciddi para kazanıyor, hastanesi bile var, diğeri iş adamı hayatı ile hiç sorunu yok herşey yolunda.. Ama yok olmaz ben belediye başkanı olup caddelerdeki çöpleri toplatıp, kanalizasyonları gözden geçirmek, insanlara tapu dağıtmak istiyorum.... Bizde ne yapıyoruz adını sanını bilmediğimiz bir adama, partisine güvenip yada etraftan duyduğumuz laf arası muhabbetlerinden etkilenip şak diye veriyoruz oyumuzu.. işe alıyoruz onu aslında diyoruzki; Hadi gel temizle benim yaşadığım şehri, elektriğimi, suyumu ver, sifonu her çektiğimde akan suyu yönlendir... Yani aslolan şehirde yaşayanlar olmalı dimi... Belediye başkanı yada ekibini beğenmediysek işten atmalıyız dimi... Peki neden atamıyoruz, neden sorgulayamıyoruz?.. Çünkü biz bize hizmet edenleri patron görmüşüzde ondan... Çünkü biz sonunu düşünmeden bizden oy dilenenlere "tamam hadi bu seferde senin olsun" demeye alışmışızda ondan, çünkü biz bize dayatılanlara "aman şimdi başımıza iş açarız, adam tehlikeli, bişey mişey yapar" diye korkutularak yönetilmeye alışmışızda ondan.. Çünkü biz aslımızı da ceddimizi de hiç öğrenememişizde ondan.. Yüzyıl olmuş 21, 22 hiç fark etmez .. Biz hala soruyoruz "kime verelim abi" diye. Çünkü o abi kadar bile fikrimiz olamıyor.. Çünkü umurumuzda değil ülke de şehirde.. Bekliyoruz nasılsa biri gelir yapar, olmadı kurtarır diye..
Peki bu işler 1919'da nasıl oldu dersiniz...

Şartlar o kadar zor demek bile az kalır şartların ne kadar zor olduğunu anlatmak için... Kimse kimseyi kandırmıyor, kimse kimsenin ayağına gidip dilenmiyor bana inanın peşimden gelin diye.. Asıl önemli olan bir şey daha varki kimse padişahıda yerden yere vurmuyor hatta bağlılık gösterisi yapıyor, biliyorki halkın içinde hala padişaha tapan , inanan bir kısım zümre var.. Bu mücadele halk içinse, halkı da anlayıp bilmek ön şarttır çünkü.. Kabadayılık değil işleri, memleket meselesi.. Ortada bir seçim yada parti de yok. Ama memleketin yönetimine talip olanlar var.. Son kararıda halk ve onların temsilcileri (Heyet-i Temsiliye) verecek..  Üstelik hergün yığın gibi gelen tutuklanma hatta idam kararlarına rağmen.. Mühim olan o anda memleketi kurtarmak, memleketi açığa çıkarmak.. Hiçkimse yarınını düşünmüyor hepsi kilitlenmiş tek yarına oda memleketin yarını.. İtirazlar, boğuşmalar yer yer isyanlarla süren bir mücadele.. Sonuç ne oluyor biliyorsunuz daha fazla uzatmaya gerek yok.. Ama aslolan bu değil.. İktidara gelen bu insanlar ne yapıyor.. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk 15 yılında kurdukları ülke, dünyanın saygın ülkeleri arasında oluyor, kendi uçağını bile yapıyor, kendi kendine yetebiliyor. Tüm Avrupa birbirini boğazlarken savaştan uzak durmayı başarıyor ama sonra... Sonra ne mi oluyor çok partili sistem geliyor yani seçmeye başlıyoruz bizi yönetecekleri.. O günden beride seçiyoruz ve her seçtiğimizide görüyoruz, memlekete hizmet içinmi, kendi sülalesine hizmet içinmi iktidardalar... Biz bilemedik seçmeyi, biz bilemiyoruz bizi yönetecek adamların yanlışında işten atmayı... ne zaman anlarsak seçtiklerimizin bizi boğmak için değil, ferahlatmak için seçildiklerini, ne zaman bilirsek dilenenlere, yapmacık yardımlarla bizi kandıranlara kanmamayı... o zaman anlarız Mustafa Kemal'leri...
İşte o zamanda; beklemezsiniz, kendinizi de atarsınız ateşe, "ben kimim ki" demez koşarsınız doğru bildiğinizin peşine.. Önce doğru olanı öğrenmek şartı ile...

Onlar; 1919'da yola çıkarken sonlarını düşünmediler, sadece bir avuç vatanseverdiler...

18 Şubat 2011 Cuma

Kalp sadece aşk sembolü değildir ki...

Hemen sol tarafımda, orta yerinde vücudumun, pıt pıt atıyor.. El uzatıp dokunduğumda hissediyorum onu, elimde, ayağımda, boynumda, her bir köşemde kendini hatırlatıyor.. Bana yaşadığımı haykırıyor vücudumun içinden. Mutlu olduğumda çırpınıp, heyecanlandığımda kendini kaybediyor, yorulduğumda nefes nefese kalıyor sanki.. Sevdiğimde, aşka geldiğimde, coştuğumda, hep içimden sesleniyor hissettiriyor kendini.. ben uyuyorum, o sessizce tıkırdamaya devam ediyor.. Beni avucunun içindeki kuş gibi yaşatıyor... Ritmini bozarsa sarsılıyorum.. tıkırdamalar arttığında afakanlar basıyor, düştüğünde uyuz keçi oluyor gözümün önünü göremiyorum.. Bir de o kadar korkak.. Ne zaman paniklesem o benden de çok panikliyor, birbirimizle yarışıyoruz, ben ondan önce sakinleşmeyi başaramazsam... kendimizi ellerini pompa gibi kullanan birinin altında kıvranırken buluyoruz... Tercihi hep o yapıyor.. İsterse yaşıyoruz istemezse en son model makinelerle şarj etseler de nafile oluyor....

Benim hacmimin yaklaşık doksan altıda biri.. Bu oranı nasıl buldum bilmiyorum ama içimden bir ses öyle dedi.. Her neyse.. Aslında minik denebilecek bir organ.. Çok korunmalı gibi görünse de pek de korunmalı denemez bu günkü teknolojide.. Etkilenmediği bir şey kalmadı.. Titreşimlerden tutunda, radyo frekanslarına kadar.. Hırpalana hırpalana yaşıyoruz hep birlikte ama son tercih onun, yani vücudumuzun sahibi bir yerde.. Ne zaman isterse bizi işten atabilir.. Ne zaman isterse fişi çekebilir.. Peki ama biz bu patrona karşı ne kadar duyarlıyız, ne kadar hak ettiğini verebiliyoruz.. Sanırım arada ağrı ile sinyal verdiğinde yada aşka düştüğümüzde aklımıza geliyor.. Ben şimdi size, kalp cerrahı tadında kardiyolojik bilgi verecek değilim.. Anladım ki adamlar haklılar kalbimizle dost olalım derken.. Hani var ya; yağ yiyorsun kalbin oluyor taş gibi.. 80'lik dedeler daldan dala uçuşup zeytin toplayarak, yağını ekmeğe sürüp yiyorlar.. Neyse öyle bir şeydi, çok saçma gelmişti hep bana da.. Buraya kadar tamam da kalbinizle dost olun sloganına takıldım ben.. Ciddiye almamıştım ama şimdi anlıyorum aslında benim yegane dostum kalbimmiş.. Benim duygularımı olduğu gibi anlayıp aynı tepkiyi gösteren başka biri olabilirmiki...

Birileri bizi kırınca bile öylesine ortaklaşmışız ki, beni kırdın değil kalbimi kırdın demiyor muyuz.. Kalp yarasının onarılamayacağından bahsedip, yaşadığımız her türlü başarısız ilişki girişimine o küçük organımızı alet etmiyor muyuz.. Kafamızdan geçirdiğimiz birinin tam da o anda bizi araması durumunda bile kalp kalbe karşıymış deyip, gene kalben olaya bir sevgi bağı yakıştırması yapmıyor muyuz.. Sevgilinin elini, daha çok kadınlar tarafından yapılıyor olsa da genelde yaygın bir taktiktir, göğsümüze bastırıp tıkırdamalarını duymasından keyif almıyor muyuz.. Tıpkı tanıştırırcasına..

Tamam iyiyim, sadece içimdeki benimle birlikte tıkırdayan organımı aslında yeni fark ettim.. Tüm duygularımı borçlu olduğum bir organdan çok, sahibim olan dostumu yeni hissettim... Şimdiye kadar hissettirdiklerinde ona ihtiyaç duymadım yada sebep olduğunu düşünmedim.. Varmış meğer bir kalp gözü, varmış meğer kalbin duyguları, meğer ben değilmişim oymuş bana tüm hissettiklerimi yaşatan.. Birini beğenince, mutlu olmam gereken bir olayı hissettiğimde, beni meğer nede güzel idare etmiş.. Ben de sanmışım ki, bunları kendi benliğimle bir başıma ruhsal etkileşimlerle yapıyorum.. Şimdi gülüyorum ve biliyorum aramaya gerek yok işte orada buldum ben onu tam sol tarafımda elimin altında... Dost olmaya karar verdim artık, beni anlayan benim gibi düşünen içimdeki sese kulak verdim.. Artık sadece aşk sembolü olmayacak benim için... aslında aklıma gelirmiydi bilmem bugün göğsümün tam ortasında beni meraklandıran bir ağrım olmasaydı..:) Ama iyiyim, bir şeyim yokmuş, bana varlığını hissettirmiş kalbim, ilgi istemiş benden.. hak verdim ona. Çünkü yıllardır kimseye yapmadım ona yaptığım kadar eziyet... Oysa benim tek dostum oymuş... Gerisi boş..

17 Şubat 2011 Perşembe

Birileri...

Son zamanlarda hiç iyi hissedemiyorum kendimi.. Gazete okuyamıyor, televizyon izleyemiyorum hatta kimselerle konuşmak da istemiyorum.. Şiştim anlayacağınız ama bilinen türden bir şişkinlik değil.. Üzülmelimiyim, kahrolup kıçımın üstünde oturmalımıyım yada sokağa çıkıp avaz avaz bağırmalımıyım kestiremiyorum..

Kim iyi kim kötü biliyorum, kimin yanlış kimin suçsuz olduğunu da biliyorum.. Ama bir büyük yanlışlıktır gidiyor ki sonu görünmüyor..İnsanları almış bir telaş.. Ha geldi gelecekler, beni de götürecekler diye..
Herkes birbirine fısıldayarak "konuşma" diyor.. Ama diğer taraftan bakıyorsunuz birileri, hiç bir şekilde suçluluğu ispatlanmamışlar için ağzına geleni söylüyor hatta söylemekle de kalmayıp ilgili ilgisiz kim varsa yerden yere vuruyor ve hatta olayın gerçekleştiğini düşündüğü kurumu karalamak adına ne gerekirse yapıyor.. Ona her şey serbest çünkü, o mağdur, o ezilmiş, o azınlık, o öteki, o itilmiş, o bilmem ne.... Bize ne deniyor peki "konuşma, sabırlı ol"... Yok yaa!! ben bu kadar ucuz olamıyorum..  Birileri at koştururken ben tezek toplayamıyorum.. Birileri inandığım değerleri parçalarken ben de parçalanıyorum.. Birileri kendimi bildim bileli savunduğum değerleri, inandığım kişileri lekelerken, ben alnım açık gezemiyorum.. Birileri canının istediğini yaparken, ben canımın derdinde olamıyorum.. Birileri askerimin kafasını önüne düşürürken, ben kahve köşelerinde ahkam kesemiyorum.. Birileri evlatları ile her zaman gururlanmış anaların yüreğine hançer saplayıp canına kast ederken, ben anamın koynunda yatamıyorum.. Birileri bölünmez dediklerimizi lime lime etmeye çalışırken, ben bacaklarımı uzatıp çerez yiyerek maç seyredemiyorum..

Birileri 100 yıl önceki ruhu canlandırıp koca bir imparatorluğu parçalayan zihniyeti yeniden alkışlarken, ben alkış tutanlarla aynı havayı solumak istemiyorum.. Beni bu birilerinden olmaya zorlayan, olan biteni görmezden gelip, sessizce otur diyenlerle mecburi ortaklık yaşamak istemiyorum.. Sahtekarlıklar içinde yüzen anlayışa körü körüne teslim olmak, inandığım değerlerin teker teker kayboluşuna seyirci kalmak istemiyorum..

Ben, uzun mücadelerle kazanılmış cumhuriyetimin güvencesi altında yaşamak, kimseye bağımlı olmadan da yaşanabileceğini tüm dünyaya ispatlamak istiyorum.. Duyarsız toplum parçacıklarının, beyinsiz yorumcuların, hainlik içine düşmüş yazıcıların hadlerini bilmelerini, derslerini almalarını istiyorum.. Memleketine 40 yıl hizmet etmiş insanların, soğuk hücrelerde çürümesini değil, hak ettikleri yerlerde torunları ile oynaşmasını istiyorum.. Memleket hizmeti ile, çıkarcı hizmetin karıştırılmamasını, adı geçen herkesin vicdansızca yerden yere vurulmamasını istiyorum.. Sehven yazıldı gerekçesi ile gencecik değerlerin çürütülmemesini, tek suçum vatan sevgim diyen vatan evlatlarının kendini savunmak zorunda bırakılmamasını istiyorum..

Her şeyi birçok kişinin bildiğini de biliyorum.. Ama görüyorum ki hiçbir şey bilmeyenler, bilenlerin bildiklerini unuttururcasına çalışıp yol alıyorlar.. Bizde seyrediyoruz, evimizde pijamalarımızla, elimizde kumanda 3 saniye küfredip zaplayana kadar.. Sonra dalıyoruz hiçbir şey olmamışcasına, olmayacakmışçasına...

Oysa bilmiyoruz ki yan tarlaya girmiş çoktan, bizim tarlanında son hesaplarını yapmakta.. o birileri.....

16 Şubat 2011 Çarşamba

Bir Erkek Giderse..

Bir erkek giderse ağlar arkasından hatıraları.
Dönmez bir daha bıraktığı yerlere
Bakar arkasından çaldığı kapılar, sessiz kalır kapı zilleri

Evler sıkıcı olur hep derli toplu olmaktan.
Kadın sıkılır mutfakta yalnız oturmaktan
İçilen hiç bir şeyin tadı kalmaz, karşısında saldırabileceği biri olmadığından

Yataklar soğuk olur, odalar ıssız.
Giderse erkek, götürür arkasından mazide kalan heyecanları
Anlamsızlaşır gelecekteki duygular
Mazisini saklamadan yaşamak zor gelir arkada bıraktığına

Giderse bir erkek, güven duygusunu da götürür ardı sıra
Güvenemez ardında bıraktığı, bundan sonra geleceklere
Sürekli şüpheyle yaklaşır tüm erkeklere
Terk edilmiştir bir kere..

Bir erkek giderse, alır ceketini gider ardına bakmadan
Bıraktığı hatıraları silemez ardında kalan...
Bir erkek giderse hayatından.
Teker teker yok olur her şey, hayatı tatlandıran...

15 Şubat 2011 Salı

40 yıl sonra da olsa bitmeyince bitmiyor işte... (final)

 40 yıl sonra da olsa bitmeyince bitmiyor işte... (2'nci bölüm)
40 yıl sonra da olsa bitmeyince bitmiyor işte... (1'inci bölüm)
Kadın göz yaşları içinde ağrılarına aldırış etmeden meraklı gözlerle doktora bakıyordu.. Doktor kadına yaklaştı elini omuzuna koyup yavaşça yerine yatırdı.. Gülümseyerek "merak etme senin iyi olduğunu görmeden ölmeye niyeti yok" dedi..
- Hastaydı neden kabul ettiniz böyle bir durumu?? diye haykırdı kızgın bir ifade ile..
Doktor;
- Böbreğinin sağlam olması, uyumlu olması ve bir de gönüllü olması önemli.. Bunların hepside tamamdı bu sebepten sorun yok merak etmeyin..
- Ama hangi arada...? Tamam anlaşıldı durum hemen görmek istiyorum, beni ona götürün... diyor bir yandanda doğrulmaya çalışıyordu.. Doktor "tamam sakin ol, henüz değil, ikinizinde toparlanmanız gerek biraz." Kadın çaresiz uzandı yatağına.. usulca "Beni yalnız bırakın o zaman" diyebildi.. Herkes çıkmıştı odadan. Gözünü tavana dikti.. Başlangıçtaki sinirli yüzü gevşedi hafiften tebessüm ederek "Allah'ım beni sınıyormusun? Bu adamı neden gönderdin bana. İçimde öldürdüğüm duygularımı, aşkımı, hislerimi nasıl canlandırmamı istiyorsun bu saatten sonra.. bana yol göster.. Nasıl davranmalıyım.. Eğer sınıyorsan, kaybettim tamam teslim oluyorum ama sana yalvarıyorum O'na da bir şans ver.. Artık onsuz olamam." Bu duygularla uykuya daldı..
Saatler sonra gözlerini açtığında yanı başındaydı ona yeni bir hayat vermiş olan adam..
- Neden yaptın böyle bir şeyi?
- Yaşamanı istedim hiç bir yere ve hiç kimseye bağlı olmadan..
- Ama ne zaman hangi arada yaptın bütün bunları?
- Ne önemi var ki
- Önemi var çünkü kendini suçlu hissetmeni istemiyorum.. Bir diğer konuda kendimi borçlu hissetmek istemiyorum..
- Borçmu?? Sana borç vermedim ki hediye ettim.. dedi gülümseyerek ve devam etti..
- Seni ilk diyaliz makinesine bağlı olarak gördüğüm zaman verdim kararımı.. Hemen o gün gerekli tahlilleri yaptı doktor ve uygun olduğumu söyledi, en son diyalize geldiğimiz gün de ameliyatı derhal yapmaya karar verdik ama küçük bir oyun yaparak.. sana sorsaydım kabul etmeyeceğini biliyordum, biraz emrivaki oldu ama başka çare bırakmadın ki..
- Sen de hastasın... Ama ben senin hastalığını bile bilmiyorum daha.. Hiç anlatmadın hastayım dedin hepsi bu kadar.. Ne hastasısın sen?
- İnan bana hiç önemi yok.. Şu an senin yanında olmak, elini tutmak ve bir parçamla da olsa hep seninle olacağımı bilmek yetiyor bana..
Adam kadının elini avucunun içinde sıkıca tutarak başını yavaşça kadının yatağına koydu ve öylece kaldılar..

Hastaneden çıkacakları gün ikiside çok sabırsız ve heyecanlıydılar. Orada geçirdikleri gün birbirlerine öylesine alışmış öylesine kenetlenmişlerdi ki, hastanedeki tüm personel onları konuşuyor hatta ziyarete gelip tanışıyorlar, dertleşiyorlar, uzun sohbet ediyorlardı.. O gün şimdiye kadar yapamadıklarını yapmaya karar vermişlerdi. Gençliklerinde buluştuklarında sahilde oturur geçen teknelere bakarlardı.. Kız "bir gün bu teknelerin biriyle açılıp tüm sahili dolaşalım hatta teknede evlenelim" derdi her buluşmalarında. Adam da sözler verir, birazda süslerdi kızın hayallerini.. İşte bugün bir tekne ile tüm sahili dolaşmaya karar vermişlerdi..

Tekne sahilden uzaklaşırken ilk defa birbirlerine sarılmış uzaklaşan sahili izliyorlardı, sanki 40 yıl gençleşmiş, 40 yıl önceki genç kızla genç adama dönüşmüşcesine.. O gün belkide en az konuştukları gün oldu, sarmaş dolaş izlediler sahil boyunu, mutluluklarını martılarla paylaştılar sadece... Hiç kimseyi ve zamanı umursamadan, yarınları düşünmeden, tıpkı bir kelebek misali yaşadıkları günü hayatlarının en güzel günü sayarmışcasına, yaşanan her günün bir ömre değecek kadar değerli olmasını istermişçesine... Akşam dönerken adam sessizliği bozdu..
- Bu akşam eve gitmeyelim, sokaklar bizim, şehir bizim, hayat bizim... Bırakalım kendimizi hayatın içine hadi..
- Tamam artık.. dedi kadın..
- Anlıyorumda biraz haddimizi bilelim istersen.. eve gidelim evdeki hayatta bizim.. Beraber olduğumuz yerin önemi yok.. Ama yoruldum.. Hadi eve gidelim..
Günlerin artık önemi yoktu onlar için.. Sadece yaşıyorlardı hiçbir şeyi düşünmeden.. Ama bir gerçek vardı kaçamayacakları.... Adam gerçekten hastaydı... Her geçen gün biraz daha güçten düşüyordu.. fark ettirmemeye çalışıyordu ama tüm vücudunu saran kanser mutlaka bir gün alacaktı onu sevdiğinin yanından.. Tedaviyi ret ederek gelmişti sevdiğinin yanına.. Artık gücünün tükendiğini saklayamıyordu.. Kadında farkındaydı bunun ama çaresizdi.. 
Bir gece aniden rahatsızlandı adam.. hemen hastaneye kaldırdılar ama doktorlar yapılacak bir şeyin olmadığını evde dinlenmesi gerektiğini söylediler.. İhtiyar karı koca evlerinde ölümü bekliyorlardı çaresizlik içinde ama genede mutluydular birbirlerine büyük bir aşkla bakıyor beraber geçirdikleri her anın keyfini yudumluyorlardı, hiç bitmeyecekmiş gibi..
Bir gün... Adam kadını yanına çağırdı.. Göğsüne yattı ve hiç konuşmadan dinlemesini istedi.. Kadın baktı gözlerine adamın, dinliyorum dercesine..
- Seninle kısacık gibi görünen ama bir ömre sığacak bir hayat yaşadım.. Şimdi olmak istediğim yerdeyim.. Kollarında.. Gidiyorum artık... Biliyorum.. Her yalnız uyandığın sabah elini böbreğinin üstüne koy ve kapat gözlerini ben yanıbaşında olacağım.. Görüntüm olmasa da, senin içinde bir canım artık.. Sonsuzlukta seni bekleyeceğim, sana olan aşkım sana güç verecek ve bundan sonra iki kişilik yaşayacaksın.. Biliyorum... dedi ama birden kasıldı, kadın aldı kucağına adamı, "Aşkım" dedi sadece.. Adam tekrar kasıldı, kadına son kez baktı gülümseyerek.. Son bir güçlede olsa doğruldu, mırıldanarak.."bana aşkım dedin". diyebildi kadının elini sıktı, gözlerine baktı ve gülümseyerek son nefesini verdi.....

Tam 40 gün olmuştu.. 40 yıl sonra gelen büyük aşkı 40 gün yaşatmıştı kadına.. Ama yaşadığı 70 yıldan daha değerli ve anlamlı bir 40 gün... 40 yıl sonra gelmiş 40 gün sonrada gitmişti.. Kadın artık her sabah uyandığında yataktan kalkmadan elini böbreğinin üstüne koyuyor, sevdiği adamı yanıbaşında hissediyor hatta onunla dertleşiyor, bazende kavga ediyordu.. Nedensiz bir huzur vardı içinde zaman, mekan önemini yitirmişti.. Sanki kocasını küçük bir seyahate göndermiş gibi bir gün ona kavuşacağını biliyordu...

Kadın 83 yaşında öldü, ani bir kalp krizinden.. Hiç kimse bilemedi ölüm nedenini... Öldüğü zaman basamaklardan çıkmaya çalışıyordu... Yıllar önce ilk ve son aşkını gördüğü basamaklardan. Kadını adamın mezarına gömdüler... Vasiyet etmişti çünkü.. Buluşmuşlardı, sonsuzluğa el ele çıkmak üzere... Mezar taşına torunları; "Bir aşk hikayesi yaşandı ve şimdi bilinmez bir yerlerde yaşanmaya devam ediyor" diye yazmışlardı... Çünkü onlar da anlamıştı ki gerçek aşklar ölümsüzdür...

14 Şubat 2011 Pazartesi

Sonunu siz yazın...

40 yıl sonra da olsa bitmeyince bitmiyor işte...(1'inci bölüm)
40 yıl sonra da olsa bitmeyince bitmiyor işte...(2'nci bölüm)

Dostlar, size buruk bir aşk hikayesi anlattım.. Yaşlı adamı merak ettiğinizi de biliyorum.. Ama merak etmeyin adam ölmedi.. Ölse de bu hikayenin özü adam ile kadının hikayesi değil aslında.. Hayatın içindeki duygular, o duygularla yoğrulmuş gerçek aşklar ve bunların karşılığında yapılan fedakarlıklar.  Ben elbetteki bir final yazdım ama sonra yayınlamaktan vazgeçtim.. Size bırakmak istedim sonunu, tamamlayın istedim düşünmeden, aklınıza geldiği gibi.. Her son mutlu biter isteriz ama hayata, gerçeklere baktığımızda pek de mutlu sonlar göremeyiz..
Caddelerde el ele dolaşan yaşlı çiftleri de göremeyiz, yıllar sonra aşkının yada içinde büyüttüğü sevdanın peşinde koşan adamları da..
Her biten ilişkinin ardındaki hüznü yaşarız ama bir şans daha vermeyi düşünmeyiz.. Hep bekleriz karşıdaki anlayış göstersin, koşsun gelsin.. Aşkın içine bencilliği sokunca da kalırız orta yerde.. Hayatımız bizi sürükler büyük mutsuzlukların peşinden.. Sonra günün birinde terk ettiğimizi görüncede hesap sorarız acımasızca.. En azından o anların tadını çıkarmak dururken anlık mutsuzluklarla uğraşırız ve son kez bir daha yeniliriz.. Bu sefer tokat yemişcesine hemde...
Kelebekler bir yada iki gün yaşar en fazla, hadi en iyisi üç gün olsun.. Ama o yaşadıkları kısacık ömürlerinde bizim 70 yılda yaşayamadıklarımızı yaşarlar.. Biz koca dediğimiz kısacık 70 yıla sığdıramayız duygularımızı da heyecanlarımızı da.. Hep korkak, hep kaçak oynar sonunda sessizce gideriz öte tarafa... Hırslarımızın kurbanı oluruz ama bilemeyiz ki bu hırsımız bize sadece yeni hırslar kazandıracaktır.. Onların sayesinde de burnumuzun ucundaki gerçek olan hiç bir şeyin farkına varamayız...
Neyse bu kadar açıklama yeter sanırım.. Şimdi hadi hikayenin sonunu bağlayın bakalım... İki gün sonra gerçek sonu yayınlayacağım....
Buda armağan olsun tüm sevenlere....

13 Şubat 2011 Pazar

40 yıl sonra da olsa bitmeyince bitmiyor işte...(2'nci bölüm)

40 yıl sonra da olsa bitmeyince bitmiyor işte...(1'inci bölüm)

İkiside 70'inde, ikiside heyecanlı, ikiside aşk dolu.. güzel bir sabaha uyanıyorlar.. 3 gün olmuş evlenmişler. Ne adam nede kadın çok fazla konuşmamış, el ele dolaşıp göz göze uyumuşlar.. Sabahları ilk kalkan, sofrayı hazırlamış, akşamları beraberce yemek yapmış, aynı kanalı izlemiş, aynı yerde gülmüş, aynı saatte uyumuşlar... Böylece üç gün geçmiş.. Sadece üç gün..
Kadın yataktan kalkarken usulca sesleniyor adama
- Ben bakkala kadar gidiyorum..
- Neden sabah sabah ne alacaksın ki diye soruyor adam başını yastıktan kaldırmadan..
- Hiiç sabahın bu saatinde bakkalı özledim gidip bir göreyim dedim.. Allah Allah yaa ne alacakmışım, evde ne kaldı kahvaltılık biliyomusun acaba..
- Tamam bende ne alacaksın dedim zaten bişeymi dedim..
- Yaa tamam o zaman sen git..
- Yahu ne oldu anlamadımki
- Daha ne olsun imalı imalı soruyosun sabah sabah ne alacaksın diye..
- Tamam ne var bunda, yoruldum be..
- Nee?? yoruldun ha, tabii sen ne zaman zora geldinki zaten, ilk zorda kaçarsın hemen..
- Ne alakası var be kadın..
- Be kadın!!!! Vayy bee, bu kadarmış demek.. der ve söylenerek çıkar yatak odasından..
Adam yatakta doğrulmuş arkasından bakıyordur sadece... "Eee nolucak şimdi" der ve yavaşça kalkar yataktan kadının yanına gider. Kadının suratı beş karış suratına bile bakmaz adamın.. Adam usulca sokulur kadına "tamam ben giderim, ne alınacaktı?" diye sorar.. Kadın aşağılarcasına bakar adama.. "Boş ver gerek yok, olanla idare ederim" der. adamda gülümseyerek "E madem olanla oluyordu bu iş, sabahın köründe neden girdik birbirimize?" der ama genede yumuşatamaz kadını..
O gün kadının diyaliz günüdür ayrıca. öğlene doğru torunları gelir, adam onlara artık babaannelerini kendinin götüreceğini söyler.. öğlen beraber çıkarlar ve giderler diyaliz merkezine..
Kadın makinede bağlıyken adam doktorlar ile görüşür, bilgi alır. Diyaliz bitincede eve dönmek üzere yola koyulurlar.. Adam kadına bakarak mırıldanarak sorar
- Çok canın acıdımı?
- Acımıyo artık alıştım ama sıkıldım artık ne olacaksa olsun
- Ne demek o? ne olacaksa olsun..
- ..........
- Sen çok güçlü bir kızdın.
- Bahsettiğin kız çoktan öldü be adam..
- Olsun ben seni gördüm ya, buldum ya, yılların hiç önemi yok.. Sen benim için 40 yıl önceki aşkımsın hala..
Kadın adamın koluna girer "hadi gel şurada biraz oturalım, eve gitmek istemedim birden" der. Otururlar bir bankın üzerinde bakarlar boşluğa. Sessizliği kadın bozar..
- Biliyormusun....... bir gün geleceğini biliyordum
- Ben seni hiç unutmadımki. Bilseydim kocan ölmüş daha önce gelirdim.. Aslında hastalığımı öğrenince helalleşmek için gelmiştim. şimdi kaybolan yılları şu kısacık ömrümüze sığdıralım..
- Bilmezmisin ki o kaybolan yıllar neler götürdü bizden.. Sığarmı o genç kızın hayalleri şu kısacık ömre..
- Düşünmesek bunları..
- Tabii ya düşünmesek, unutsak her şeyi... Ne kadar kolay sana her şey..
- Şimdi beraberiz ya yetmezmi?..
- Yeter tabii iki tane buruşuk insan, ne heyecan var ne enerji, koklaşarak yaşayan iki ihtiyar, kaybolan yılları sığdıralım tabii yaa.. Bırak hayalleri.. İkimizinde birbirimize hayrı yok. Ben böbrek bekleyen müzmin bir hasta sen ölümü bekleyen anlamsız romantik..
- Ne anlamsızı.. Hem ben romantik olmaya çalışmıyorum ki. Seninle şuan hiç mutlu olmadığım kadar mutluyum.. Sen değilmisin?..
- Mutlu olmak... Ahh ah. Mutluluk dediğin, anlık kelebek duygusu ile yaşamaksa evet mutluyum.. Ama o dediklerini artık zamane gençliği bile umursamaz oldu.. Baksana önümüzden geçenlere.. Şirin bir görüntü gibi bakıyorlar, sanıyorlarki beraber yaşlanmışız, yıllardır beraberiz.. Dalga geçer gibi..
- Tamam bizde öyle düşünsek ne kaybederiz..
- Peki... der kadın ve başını adamın omuzuna dayayarak bakar boşluğa....
O bankın üzerinde otururlar uzunca bir zaman... Hava kararırken evin yolunu tutarlar.. Bakkaldan bir kaç parça yiyecek alarak eve giderler..
Ertesi sabah kadın uyanınca yatakta adamı göremez. Erkenden kalkıp nereye gitti bu adam diye düşünürken.. bir not bulur adamın yastığında.. Açar hemen, okuyunca bir anlam veremez, nota.. "Bugün diyalize ben gelemiyeceğim, torunların götürecek seni, her şeyi hazırladım ben" yazıyordur... "Her şeyi hazırlamak da ne demek be" der. "Hem bugün diyaliz günü değilki" Düşünceli kalkar yataktan.. Öğlene doğru torunları ile gider her zamanki merkeze, anlam veremese de olanlara.. Ama bu sefer tuhaftır her şey.. doktor gelir kadının yanına "hazırmısın?" der.. Kadın ürkerek bakar doktorun gözüne "neye" diye sorar. doktor "bulundu böbrek seni hemen ameliyata alıyoruz" der. Kadına başarılı bir ameliyattan sonra böbrek nakli yapılır.. Kadın kendine gelince adamı sorar.. Kimse bir şey söylemez torunu ona bir zarf verir... Kadın merakla, elleri titreyerek açar zarfı..
"Biliyorum gene kızacaksın bana ama sana hiç bir zaman bir hediye alamadım.. Seni son zamanlarımızda mutlu etmek için uğraştım onuda beceremedim.. Seni hep sevdim, hep yanında olmak kollarında ölmek istedim.. Ama anladım zor olacak, o yüzden şimdi bir parçamla da olsa senin içinde yaşıyor olmaktan çok mutluyum.. Sana ilk hediyem olsun benim ilk ve son aşkım... Seni her zaman seveceğim..."
Kadın zarfı kapatır çığlık çığlığa ağlayarak sorar... Yaşıyormu???

Arkası yarın....

10 Şubat 2011 Perşembe

40 yıl sonra da olsa bitmeyince bitmiyor işte...

Adamın biri, 70'inde, usulca iniyor eski mahallesindeki uzun merdivenlerden.. Arada merdiven korkuluklarına yaslanıp soluklanıyor.. karşıdan 15- 16 yaşlarında iki çocuk koşturarak geliyorlar, biri çarpıyor adama.. Basamaklardan birine kıçüstü oturuyor.. Doğrulamıyor, öylece oturuyor.. Dalıyor yıllar öncesine... Derin bir oh çekerek..
İlk aşık olduğunu sandığı yerdi burası, ilk sevdiğini sandığı kızla buradan yukarı çıkarken yorulduğunu çaktırmamak için nefesini tutardı ara ara, o vaziyette gülerek bakardı.. Bazende yoruldum diyen sevdiğini alırdı kucağına, çıkarırdı tüm basamakları, yorulur hatta kalbi gümbürderdi ama vazgeçmezdi.. Son olarak da burada, tam bu düştüğü yerde görmüştü onu.. 3 yıllık bir nişanlılık döneminden sonra bu merdivenlerde bitmişti her şey.. Bi daha da gerçek anlamda(!) hiç evlenmemişti.. Terk etmişti oraları.. Yıllar sonra geldi işte.. Nerden bilebilirdi ki o çarpıp düşüren çocukların sevdiği kadının torunları olduğunu, basamakların en altında o şirin yüzüyle ilk ve son aşkını görene kadar...
Kadın korkuluklara tutunarak çıkıyor kafasını kaldırmadan.. Adam şaşkınlık içinde ama biliyor o olduğunu.. Yaşlı kalbi hareketlendi, "olamaz, olamaz" diyordu sürekli mırıldanarak.. Kadın şimdi tam karşısında, kafasını kaldırıyor, sessiz bi bakışma.... Kadın şaşkınlık içinde anlam vermeye çalışarak bakıyor adama.. İkiside sessiz.. ama düşündüğünüz gibi olmuyor kadın adamı tanımıyor... Yavaşça yanından geçip gidiyor... Ama dayanamıyor adam, arkasından usulca adını sesleniyor... Kadın duruyor ama arkasını dönmüyor.. Adam tekrar sesleniyor.. Kadın yüzünü dönmeden "niye geldin" diyebiliyor sadece... Adam "ölmeye" diyor fısıldarcasına.. Kadın yavaş yavaş dönüyor, adamın yanına basamağa oturuyor...
- Doğduğun yerde ölmek zorundamıydın?
- Nerede ölseydim? hem bu mu ilk söyleyeceğin cümle? bunca yıl sonra
- Ne söyleseydim? Seni çok özledim deyip saçmalasamıydım.. Bunumu duymak istedin?
- En azından nasılsın diyebilirdin..
- Nasıl olduğunu dedin ya.. Hem sende bana hesap soracağına.. Kendi laflarını düşünsen ya...
- Hiç mi değişmez insan, hiçmi olgunlaşmaz..
- Sen değiştiğinimi sanıyosun.. Bu acındırma halleri ile kandırmadınmı hep beni.. Yok efendim, çok iyi işler yapmalıymış, bunun için çok çalışmalıymış, kimsesi yokmuş, insanlar hep bunu kullanıyomuşş. Bana bekle dedin, sonra ne oldu.. Yurt dışına çıkıp çalışmaya karar verdin.. Bana ne dedin bekle beni döneceğim... Ne döndün ama,,, 40 yıl sonra...
- Sende evlenmeseydin hemen..
- Yaa sen ilk ayında evlendin be ejnebi bir karıyla..
- İyide o formaliteydi, vatandaşlık almak için..
- Hem sen buralardan gitmeden bitmemişmiydi her şey..
- Sen bitirdin hemde tam burada...
Uzun bir sessizlik olur. İkiside sinirli sinirli yere bakarlar... Sessizliği kadın bozar
- Neden geldin?
- Dedim ya..
- Ne dedin.
- Hastayım ben, çok az zamanım kaldı..
- Ne hastalığıymış bu?
- Az zamanım kaldı diye kimler der?
- Yaa be adam bir kere olsun açık konuşsan ya...
- Sende bir kere anlasan..
Sessizlik olur gene, ama bu sefer kadın adamın yüzüne bakıyor, adamın yüzü yere dönük.. Adam usulca sorar.
- Kocan sağmı?
- Neye sordun?
- Bilmem..
- Yok öldü 12 sene önce..
Adam başını kaldırır yerden.. Bakışırlar bir müddet, kadın kaçırır gözlerini..
- Kime gidecen?
- Bakarım buralarda bir ev falan bulursam, olmazsa otelde kalır her gün buraya.... cümleyi tamamlayamaz susar..
- Eeee
- Yok bişey..
- Be adam sen benim içinmi geldin?.. Bir sessizlik daha ama bu sefer ikisinin gözleride kesişmiştir.. Uzunca bir zaman öyle kalırlar.. Adam derin bir nefes alır, kadının elini avucuna alarak hafifçe okşar.. Sertçe çeker elini kadın..
- Git burdan.. der zorlama bir ses tonuyla..
- Olmaz gidemem.. Sana geldim ben...
Tekrar kadının elini alır avucuna ve öylece bakışırlar.. Kadın ne elini çeker nede gözlerini kaçırır... O iki çocuk gelir, anlam veremezler gördükleri manzaraya... "Babaanne" der ufak olanı. ''Araba bekliyo seni ne zamandır, gelmicenmi?''. Kadın adamın yanından kalkar "gitmeliyim" diyerek..
 Adam da kalkar peşlerinden gider, yukarıya kadar.. kadın bir ambulansa biner ve uzaklaşır.. Anlam veremez, hemen bir taksi çevirip peşlerinden gider.. Hastaneye giderler. Kadın ambulanstan sedye ile iner.. Adam peşlerinden... Burası hastane değil bir diyaliz merkezidir.. Adam büyük bir merakla kadının götürüldüğü odaya gider.. Gördüğü manzara karşısında titrer.. Yanaşır yanına oturur.. Çocuklar anlamsız gözlerle babaannelerine bakarlar... Kadın torunlarına "Yabancı değil" der. "Çocuklar siz dışarda bekleyin" diyerek adamın elini tutar..
 - Hoş geldin...
Adam şaşırmış bir halde
- Sen neden... kadın ağzını kapatır.. Sus dinle diyerek başlar anlatmaya..
- Sen gittin, evlendin. ben yıkıldım. Belli etmedim.. ne de olsa bitmişti her şey ama kabullenemedim..
Adam: yaa formaliteydi oo. neden anlamıyon.. Kadın bu sefer bağırarak..
- Ben ne anlarım formalite mormalite evlenmiştin işte..
- Sen niye evlendin o zaman..
- Ben senden sonra evlendim..
- Ne fark eder evlenmeseydin..
- Ne için?
- Gelecektim ben ama gelemedim evlendiğini duyunca..
- Ben sen evlendin diye evlendim der kadın sinirlenerek..
- Bende sen evlendiğin için gelemedim... der adam ve devam eder, kadının gözlerinin içine bakarak..
-Tamam evlendim ama sana diyemedim, formaliteydi çünkü duyarsa ne der diye düşündüm.. Giderken bitirmiştin her şeyi.. Ama gelecektim gene.. Ne biliyim senin duyacağını..
Kadın "tamam tamam" diyerek susturur adamı..
-40 yıl sonra birbirimize neyi anlatıyoruz ki.. Ben işte bu halde, sen öleceğini söylüyon.. Ne saçmalıyoruz ki biz..
-Eee yani... der ve merakla bakar kadının gözlerine..
Kadın kocası öldükten sonra yalnız yaşamaya başlamıştır.. Torunları diyalize gireceği zaman babaannesini alıp diyaliz merkezine götürüp getiriyorlardır sadece.. Onun dışında her işini yalnız yapıp kurduğu dünyasında bugüne kadar yaşamıştır.. Şimdi 40 yıl sonra gelen ilk aşkının elinden tutup evinin kapısını açmıştır ama önce nikah kıydırmak şartı ile..... Sonrasında ne olduğunu ve bu ikilinin öldüren diyaloglarını daha sonra size ara ara yazacağım...

9 Şubat 2011 Çarşamba

Asalet mi? Eğitim mi?

Eskilerden.. padişahın birisi, vezirine sormuş "söyle bakalım asalet mi önemlidir eğitim mi?" Vezir hiç düşünmeden cevap vermiş "asalet padişahım". Padişah eğitim diye ısrar etmiş.. Ülkenin en iyi hayvan terbiyecisini çağırtmış.. "Söyle bakalım eğitilmesi en zor evcil hayvan hangisidir?" Adam da "kedidir padişahım" deyince padişah adama "Hemen bir kediyi eğitmeye başlayacaksın, öyle bir hale gelecek-ki, sağ elimi kaldırınca içecek, sol elimi kaldırınca yiyecek getirecek" demiş.. adamda "baş üstüne padişahım" diyerek huzurundan ayrılmış, derhal eğitimlere başlamış. Tabii vezirde olan bitenleri takip ediyormuş.. Aylar sonra eğitici, padişaha kedinin eğitiminin bittiğini söylemiş.. Akşam padişah bir yemek tertiplemiş.. Veziri ile otururken padişah sağ elini kaldırınca, kedi iki ayağı üstünde elinde bardaklarla padişaha içeceğini getirmiş, bir müddet sonra sol elini kaldırmış, kedi yine aynı şekilde yiyecek getirmiş.. Vezir hazırlıklı.. Yanında getirdiği fareyi cebinden çıkarıp yere bırakmış.. Kedi farenin peşinden fırlamış.. Padişah el kol kaldırsa da nafile kedinin tüm olayı fareyi yakalamak....Vezir padişaha dönerek "asalet padişahım" demiş...

Asaletten kasıt, dik duruş, soylu oluş ve gururlu  olmaktır.. eğitilmiş kediler bir yere kadardır.. 3 tane üniversitede bitirse, master, doktora da yapsa, hatta dünyanın en kaliteli eğitim merkezlerinden eğitim de alsa, asaletten yoksun bir adamın bu eğitimlerden aldıkları, önüne reddedemeyeceği bir şey atılana kadardır.. Bunun adı kimi zaman dönekliktir, kimi zaman bencillik, kimi zamanda çıkarcılık.. Eğitilmiş kedileri çok çabuk kandırabilirsiniz ama asil ruhluları kandıramazsınız, eğitimsiz olsalar da..

Son birkaç yıldır, bunun örneklerini hemen hemen her tarafta görür olduk... Başta basın organları, yazılısından sözlüsüne kadar.. Tartışma programlarına bakıyorsunuz bir sürü eğitilmiş kedi.. Dünkü hallerini biliyorsunuz ama bugün fareyi yakalamış görünüyorlar.. Artık eğitildikleri konuyu hatırlamıyorlar bile.. Kimide yediği tasa ediyor itina ile.. satıyor, kendini eğiten herkesi, her şeyi.. Ne uğruna? önüne atılan bir fare(!) uğruna.. Gözlerimiz o asil duruşu arıyor, gururlu, güçlü eğitilmiş adamlar arıyor.. Ama derin bakınca sadece kedileri görüyorsunuz... Asil olan, bükülmeyen, önüne en dayanılmaz değerleri de atsanız dönüp bakmayan, açlıktan ölse de ideallerinden vazgeçmeyen, her türlü baskıya rağmen doğruları söylemekten korkmayanları arıyor gözlerimiz... Ya susturulmuşlar yada atlet, külot bekliyorlar karanlık, nemli hücrelerde... Yada maddi olarak gırtlağına çökülmüş nefes alamayacak hale getirilmiş.. O kadar çok eğitilmiş kedi varken sadece asalet hiç bir şey ifade etmez hale gelmiş.. Çünkü eğitilmiş olanlar kandırmayı, şov yapmayı da iyi becerdiğinden, kandırılmışız hepimiz.. Eğitimli olduğundan kandırmayı da beceriyor çünkü.. Asalet o saatten sonra boşa kahramanlık gibi görünmeye başlamış toplumun gözünde.....

Aslında asil duruşu olan o kadar çok adam var ki.. Neredeler peki.. Bir yerlerde birilerine boyun eğmeden yaşamayı öğretmeye çalışıyorlar yada pes etmişler, hobileri ile uğraşıyorlar... Ya bir ücra kasabada yada bir dağ köyünde.. Yada büyük şehirde karın tokluğuna kimseye köle olmadan çalışıp sessizce izliyorlar olanları arada atıyorlar kendilerini meydana, siper oluyorlar gelen saldırılara, hayatları pahasına... Ama kazanan hep eğitilmiş kediler oluyor .. Padişah! öyle buyurmuş nede olsa... Ama bilememiş padişah asaletin asla kaybetmeyeceğini, bir gün eğitilmiş kedilerin asillerin önünde eğileceğini...

Eğitilmişlerin hepsi elbette kedi değildir ama hem eğitilmiş, hemde asil olanları görmektir bütün derdimiz....

7 Şubat 2011 Pazartesi

Özgüven yaratmak için...

Hava o kadar güzelki, işi gücü bırakıp kırlarda koşası geliyor insanın. Yüksek bir tepeye çıkıp seyre dalmak, hayal kurmak, uzanmak arzuların götürdüğü yerlere.. Ama istiyor sadece yürek, oda öylesi bir an olup geçiyor zihinden.. Güneşin verdiği enerjiye tapasınız geliyor, sonra bulutlar toplanıyor yeniden.. İçinizdeki enerjide çöpe gidiveriyor birden.. Herhalde diyorsunuz duygu patlaması denen şey bu. Hani ilk görüşte aşk vardır ya, sevdiğiniz birini gördüğünüzdeki heyecan yada yapılan bir gösteriden sonra alkışlanmak.. Yada ne biliyim takdir edilmek herhangi bir sebepten herhangi bir yerde..

Enerji veren her şey aslında içimizde, beynimizin bize fark ettirmeden başlattığı bir elektrik akımı. Aslolan o enerjiyi tetikleyecek güç.. Bu güç kimi zaman güneş olur, kimi zaman sıcacık bir gülümseme, kimi zamanda aniden gelen bir huzur.. Belkide sadece paradır sizi güçlü hissettiren. Özgüven denen şeyde böyle gelişmezmi zaten.. Psikologlar hiç ağızlarından düşürmezler "özgüven" lafını.. Özgüveni tam olan bir adamın başaramayacağı hiç bir şey yoktur derler sürekli.. Tamamen katılıyorum ancak bu özgüven denen şeyi nasıl kazanırız, nedir özgüvenli biri olmanın ön hazırlığı hiç kimse bunlardan bahsetmez... Söyler dururlar "özgüvenli olun" diye.. Hep de aileleri suçlarlar "özgüven kazanmak için ailenin rolu büyüktür" der sıyrılırlar işin içinden.. Tamam ailede, hiç anlamazlarmıki kaç tane özgüveni gelişmiş anne baba vardır memlekette.. 6 yaşında işi biter çocuğun aile ile, artık yeni bir ailesi olmuştur ve en azından 8 yıl o aile ile beraberdir.. Belkide artık ailesinin yanında pek de olamayacaktır. Özgüven kazanmaktan bahseden psikologlar, çocuğun tüm gelişme çağını, kendine olan güvenini yerle bir edecek sınav sistemi ile geçirdiğini görmezlermi.. Hadi başardınız hepsini, en iyi üniversiteden mezun oldunuz.. Bittimi ?? hayır.. Kendinize güveniniz tam gidiyorsunuz ilk iş görüşmesine... Sizi daha sonra arayacağız diyorlar yada aylık yol paranızı ancak karşılayan bir ücret teklif ediyorlar.. Hadi buyrun ilk yenilgi geldi... İkincisi, üçüncüsü... En sonunda baktınız olmuyor giriyorsunuz sınavlara devlet dairesinde bir iş buluruım ümidi ile.. Sınav tamam bu sefer mülakatta eliyorlar sizi, nedenini bilemeden.. Ama hala özgüveniniz müthiş..


Yaş olmuş 25-26.. Ama güveniyorsunuz kendinize olacak bu iş... Özgüven aşılamış!! olan anne babanız hala harçlık veriyor size.. Mahalleden arkadaşlarla akşamı ediyorsunuz, akşam eve gittiğinizde, sessizce oturuyorsunuz bir köşede, nedensiz bir suçluluk duygusu ile.. Aileniz size karşı hep sıcak, annenizde babanızda sabırlı, sizi üstünüze titreyerek büyütmüşler ama yetmiyor yetemiyor.. Kendinizi ispatlamak durumundasınız.. Onların şefkatli yaklaşımları bile güldüremiyor yüzünüzü.. Yavaştan kayboluyor o büyütüp beslediğiniz özgüveniniz, hatta gururunuz. Dönüyorsunuz en başa, size maaş diye yol parasından başka bir şey vermeyen iş yerine ve başlıyorsunuz işe, gururu kırılmış, kaybetmiş biri olarak... Sonrada koşturuyorsunuz, özgüveni yüksek patronlarınız daha çok kazansın diye.. Bir kaç yıl çalıştıktan sonra kendi işinizin patronu olmak için açıyorsunuz bir iş yeri birkaç ortakla. Çünkü içinizdeki özgüven duygusu hortlamış gene.. Bir iki yıl içinde ortaklarınızla kavga ediyorsunuz önce, çalmalar, yolsuzluklar, dolandırıcılıklar, her türlü sahtekarlıklar geliyor peşinden, sonrada dönüyorsunuz en başa.. Bu sefer giden sadece özgüven olmuyor.. Güvenmemeyi de öğreniyorsunuz.. Hayat ya da toplum sizi getirdiği halden sorumlu değil.. Tek sorumlu çocukluk, aile.. Ne kadar kolay değilmi...

Doğan Cüceloğlu, Üstün Dökmen gibi psikolog yazarlar bana kızarlar belki bu yazıyı okusalar ama kusura bakmasınlar ben inanmıyorum hiç birine.. Kitaplarda yazılanlar istatistik yada psikolojik doğrular olabilir ama buradan sesleniyorum (kim duyacaksa) psikolojik ortamlar sadece özgüvenle izah edilemez... Aileye de bu kadar yüklenilmez, lütfen birazda toplumsal gerçekler ile yoğurun insanı, aileden çok eğitimcileri yetiştirin önce, ondan sonra bekleyin sosyalleşmesini toplumun. Bakın özgüvensiz adam oluyormu memlekette.. Hiç unutmuyorum bir gün bir derste hocalarımızdan biri... Bir aile tanımlamıştı... Çocuğunu desteklemeli, her sorununu anlamalı, yani sürekli bir iletişim içinde olmalı çocuğun özgüven kazanması için onu eğitmeli gibi laflar ediyordu.. Bende sormuştum ona "Hocam bu tip ailelerde yetişmeyen çocuklar ne olur " diye.. O da "Görüyoruz sokaklarda ki tinercileri, üçkağıtçıları" demişti.. Bunun üzerine "Hocam bana müsaade" dedim.. Anlamsızca yüzüme baktı.. "Müsaade ederseniz layık olduğum yere gidiyorum" dedim. Tabii tüm sınıf bastı kahkahayı.. Amacım hocayı küçük düşürmek değildi elbette ama bu kadar ön yargılı yaklaşmak bizim ülkemize uymaz, uyamaz.. Maalesef psikolog yada sosyologlarımız yurt dışında aldıkları eğitimleri yurdum insanına çevirip uyarlayamıyor.. Belki ukalalık oldu biraz ama kusura bakmasınlar ben çeviri kitaplar yada yabancı kültürlerden alınmış örneklerle topluma bir şey verileceğine inanmıyorum... Ustalardan özür dileyerek...

İyisimi siz , kış günü ne zaman güneşli bir sabaha uyanırsanız bırakın kendinizi doğaya, iş güç de kalsın.. Bakın iç huzur olunca ardından özgüven nasıl geliyor koşarcasına... Haa bir işiniz yoksa da gene koşun kırlara, en azından temiz hava almış olursunuz...

6 Şubat 2011 Pazar

Mektuba cevap...

 Sevgili kardeşim,
Mektubunu aldım, biraz gecikmeli de olsa.. Ancak onbeş günde geçebildi elime.. Ama olsun çok sevindirdi beni.. Kendimi yalnız hissettiğim şu günlerde, bir dost sesi duyarcasına huzur doldum.. Ancak görüyorumki, oralar buralardan daha bir karışmış.. Ama boşver sen köpekleri, kovalasınlar siyah arabaları.. Sadece kovalarlar ama başarıya ulaşamazlar, kesemezler arabanın önünü... Sadece yancı olurlar hayatlarının her döneminde oldukları gibi... Nasılsa kaçarlar araba durup hamle yaptığı anda.. Ama kedilere üzüldüm bak.. Bu kadar ürkek olmamalılar, karıştıracak çöp bulamazlarsa, ölmezler.. Mutlaka yiyecek kaynağı bulurlar, güvenmesinler kendilerine uzatılan poşetlere... Onlar bilemezler yön ver hepsine, bilinçlendir, pes etme...
Sabri abi son zamanlarda sağlıklı işler yapmaz olmuştu zaten... Saçma ortaklıklar yaptı, onlarda ele geçridi her şeyini.. Olacağı buydu... Babasının kurduğu düzeni yürütemedi... Kolay değil ama mahallenin en fiyakalı dükkanıydı... Coşkun'a zamanında demedikmi, etme eyleme bu kadar başkasının parası ile hovardalık etme diye, ama dinlemedi kafa tutmuş gibi göründü, ucuz kabadayılık yaparak bizi kandırdı, bizde bir şey sandık onu.. Biliyordum bir gün bırakıp kaçacağını, batıp gideceğini.. Çoluk çocuk herkesi kandırdı ama bir yere kadar...

Senin sevgini anlıyorum dostum ama kapılarda eskimeni anlamıyorum... O kapılar senin gibilere kapalı hala anlayamadınmı bunu... Ya zihniyetini değiştireceksin yada vazgeçeceksin... Onlardan sana yar olmaz, sende onlara uymazsın... Eskime kapılarda, kendi kapını sen yap, bırak açtığın kapıdan girsin adam gibi insanlar.. Gönül kapını kapatmadan ama... Telefon kullanmıyorum artık, bana yaz sadece... Şimdilik mektuplara tenezzül edipte bakan yok.. Ya da ciddiye almıyorlardır.. Teknolojiyi seviyorum ama güvenemiyorum...
Deniz, ne zaman doyurduki... Ama başka çaren yoksa denizi boş bırakma, arada kontrol et, bir oltan olsun köşesinde berisinde... Çok da güvenme alternatifleri iyi değerlendir.. İşsizlik dediğin şey, beklentilerin yüksek olmasından.. İş beğenecek zaman değil, çalışacak zaman şimdi...
Kitap işini kafana takma, gönderdiklerin bile yeter bana... Başlangıç olunca gerisi kolay, ben doldururum içini..
Benim kitaplarım yetiyor bana şimdilik ama sen genede ihmal etme ne bulursan gönder, tarafına, rengine bakmadan...

Ben iyiyim... Köye gelen yok artık... Sen dikkat et şehirler daha ürkütücü sanki.. Buralardan öyle görünüyor yada gösteriliyor... Akşam haberleri izleyemez oldum, sanki memleketin her karışında bir şeyler gömülmüş, sanki memleketin tüm çalışanları çeteleşmiş gibi veriyorlar haberleri.. Gözümün içine bakarak yüreğimi dağlayan sahtekarlar gibi geliyor sunucu görünümlü tuhaf insanlar... Buralarda ne eken kaldı nede tarım adına bir şey yapan... Hayvanları olanlar bile bıraktı bu işleri... Mandıralar almıyormuş hayvanlarını nedense ???

Bayrak istedim sende bir düzine yollamışsın... Onların hepsini gönderdim oniki ayrı yere... Sonra peşinden gittim asmışlarmı diye.... Ama............. Neyse en azından okul bahçesinde yepyeni bir bayrağım oldu artık... Sen göndermeye devam et.. Nedenini sonra anlatırım sana...

Kendine iyi bak dostum... Birgün geldiğimde senide evde çuval bekleyen adam pozisyonunda görmemek dileği ile.....

Dip not: Bu cevabı okumadan önce ilk satırda verilen linkten, ilk mektubu okuyun, sonra ikisinin arasındaki bağlantıyı anlamaya ve içindeki imaları bulmaya çalışın.. Biraz bulmaca gibi oldu ama böylesi daha keyifli... :)

5 Şubat 2011 Cumartesi

Adsız hikayeler, ıssız adamlar..

Sahil boyunda yürüyorsunuz, gözünüze yaşlı bir adam ilişiyor. Sakalları kıvır kıvır, saçları dağınık, sırtında kalınca bir parka, kesik parmaklı eldivenleri, soğuktan buruşmuş yüzü ve derinleşmiş göz çukurları ile oturuyor el arabasının başında.. Bir yerlerden bulduğu boncukları satıp karın tokluğuna yaşama ümidi ile.. Öylesine bakıp geçiyorsunuz yanından... ihtiyar bir satıcıdan çok, ümidi kırılmış bir çaresize benziyor.. Tezgahında bir çok farklı ürün var ama satmak için çabası yok, sadece tezgahının başında duruyor.. Sonra dayanamıyor dönüyorsunuz adamın yanına.. Buyur bile demiyor, bakmıyor yüzünüze.. Meraklanıp soruyorsunuz "nasılsın amca?"... Adam umursamadan "bir şeymi alacaktın?" diye soruyor.. Sorduğunuz soru kursağınızda takılıyor.. Hiçbir şey söylemeden ayrılıyorsunuz yanından.. Ama bir kere kafanıza takılmış bu umursamaz satıcı ihtiyar.. Düşünüyorsunuz "kim bilir ne hikayesi vardır" diye...

Sokakta, otobüste, minibüste yada herhangi bir yerlerde, yanından geçtiğiniz herkes yada aynı ortamda yan yana oturup sıranızı beklediğiniz bir bankada, kimse kimseyi tanımıyor belki, ama hepsi farklı dünyalardan ve mutlaka bir yerlerde bir şekilde yaşıyorlar.. hepsinin farklı dertleri, hepsinin hikayeleri var... Tabii sizinde... Bütün bunlar olurken kafanıza uymayan birileri ile bir ortak münakaşanız oluyor ve kim olduğunu bilmeden saldırıp, hep karşınızdakini haksız kendinizi doğrucu görüyorsunuz.. Yada bir mücadele uğruna her şeyini kaybetmiş adama mücadeleci ruhtan bahsediyorsunuz.. Yada ahkam kesiyorsunuz karşınızdakinin yaptığı işi bilmeden... Sonra bakıyorsunuz ki ahkam kestiğiniz konular aslında adamın yıllardır içinde olduğu yegane işi...

Hayatın içinde binlerce adsız vardır, binlerce isimsiz kahraman ve hepsininde bir hikayesi... Bu adamların hepsi elbette ki ak sakallı derviş kılıklı adamlar değildir.. Onsekizinde bir kızcağızda olabilir otuzunda güler yüzlü bir adamda... Mühim olan karşılıklı empatik yaklaşım yada anlama çabası.. Ama toplumsal sosyaliteden hızla uzaklaştığımız bu günlerde var mıdır karşısındaki adamın haklılığını savunacak yada insafsızca hesap sormayacak.. Etrafınıza biraz bakın bakalım... gördüklerinize her zaman baktığınız gibi bakmadan anlamaya çalışarak bakın.. Kızdığınız her şeyin bir parçası olduğunuzu düşünün.. İletişim için çaba sarf etmeden, size yaklaşan herkesten şüphelenmeden, korkmadan bakın.. Hikayeyi yazan sadece siz olamazsınız.. Aslında hiç bir şey dışarıdan göründüğü gibi değil.. Aslında hiç bir şey içimizde yaşattığımız dertlerimiz kadar önemsiz değil.. Aslında hiç bir dert, en önemli dert değil.. Ve aslında hiç kimse hak ettiği yerde değil.. O kadar çok batma hikayeleri vardır ki.. Villalardan gecekondulara düşenler gibi tersi de vardır ama tersini yaşayanlar bir gün başlangıç noktalarına dönecektir.. Kendisi olmasa da kendinden sonrakiler mutlaka yaşayacaktır bunu.. hayat hikayelerle olgunlaşıp, yolunu bulur.. toplum olmak içinde bu renkler şarttır zaten.. Eşit olmak, aynı duyguları, aynı çöküşleri aynı heyecanları yaşamak değildir.. Eşitlik sadece solunan havayı aynı oranda solumaktır, gerisi boş lakırdıdır...

Birde küskünler vardır ki, hayatın içinde yedikleri kazıklardan, yada hayal kırıklıklarından bıkmış ve kendilerini kapatmışlardır dış dünyaya.. Çekip gitmiştir ruhu aslında, yaşıyordur bedeni ile bir başına.. Uzattığınız hiç bir ele uzanmaz, hiç bir lafınızı ciddiye almaz, hiç kimseye güvenmez ve kimseyi de sevmez.. Ta ki, tüm samimiyetiyle yaklaşıp ona hak verip onu anlayana kadar.. Bu aşamadan sonra dolu yüreği açılır, paylaşmak istemese de hikayesini dinlemenize izin verir.  Sanarki tek hikayesi olan kendisidir.. İşte bundan kurtulamadığı için herkese küser. Oysa dünya milyarlarca hikaye üretmektedir her gün, her gece..

Hikayeleri paylaşmak bir erdemdir.. Toplum olmak istiyorsak, kendimizden ziyade başkalarını da düşünmeli kendi yaşadıklarımızı insanların suratına vururcasına, hesap sorarcasına anlatmak yerine onunda bir hikayesi olduğunu düşünmeliyiz.. Hayat zaten yenilerini sunacaktır bize... Hüzün sadece kaybedenlere ait bir duygu değildir.. Hikayeler, herkesin dünyasında bir ıssız adam olmak için yaşanmazlar.. Yaşanan hiç bir şey bizi diğerlerinden üstün olmak için yaşanmamalı.. Hikayelerin altında ezilmemeliyiz... unutmamalı ki insan olmak için, kaybederek yada kazanarak şekillenmek gerek.. Sadece kaybedenlerin hikayesi, acı çekenlerin hikayesi değildir gerçekler... Hayat kimilerini zorlarken kimilerini sırtından indirmez... Ama en sonunda bir kucaktır yada bir omuz bizi götüren sonsuz huzura...

4 Şubat 2011 Cuma

İstanbul'u dinlemeye çalışıyorum...

Neden bilmem ama sabah saatlerini hep daha çok sevmişimdir.. Ama uyumadan gördüğüm sabahları. Enerjim artar, yorgunluğum gider.. En kötü şehirleri bile sever olurum.. Ama istanbul... Ahh sabahları bu şehir neden bu kadar çekici.. Çatılardaki martıların sevişme sesleri.. balıkçı teknelerinin insanın içini ısıtan motor sesleri.. sesleri... sesleri... Sonra başlar yeniden hayat.. Kaybolur bütün duygular. Koşar herkes bir yerlere.. herkes ister bir an önce gün bitsin akşam olsun.. iş bitsin.. Ama biten de giden de hayattır sadece.. Hafta sonu gelsin, aybaşı olsun, yaz gelsin, 2 sene geçsin, ev kredisi, araba kredisi bitsin. bitsin. bitsin bitsin.... ama bitmez hiç, biri biter öbürü başlar.. hatta bir kısmıda miras kalır yedi ceddine.. Hep bitirmek için uğraşırız bir şeyleri sonunda biten biz oluruz..

Neyse biz dönelim tekrar şehri İstanbul'a.. Her şey bu şehre gelene kadardır.. Bir şekilde gelen herkes bir daha gidemez, bir daha kopamaz bu trafikten, keşmekeşlikten, karmaşadan, kokusundan havasından... Giderse de her anısının başındadır İstanbul.. En heyecanlı günleri orada yaşanmış, en namussuz işlere o şehirde öğrenmiş ve girişmiştir.. Hatta en temiz dayağı da orada yemiştir.. En çok orada kazıklanmış, taksi şoförleri en çok orada gezdirmişlerdir onu fazladan.. Ama olmaz bir türlü, geldiği gün gibi gidemez ne yaparsa yapsın.. Giderse de, bir gün gene döner ama bu seferde bıraktığı gibi bulamaz... Eskisinden daha çok trafik, eskisinden daha çok hırsızlık, arsızlık, daha çok beton vardır... Eskiden gittiği yeşilliklerin yerinde koca siteler yükselmiştir... Vayy be der nerdee o eski İstanbul... Oysa bilemez ki bundan elli yıl öncede, üç yüz yıl öncede İstanbul'u daha önceden bilenlerin hepsi ikinci gelişlerinde aynı lafı etmiştir... İstanbul'da sabit kalan tek yapı yada ortam Mimar Sinan'ın eserleri olmuştur... şimdilik... Dünyanın gözünü diktiği boğaz bile deformasyona uğramıştır... Bir zamanların en geniş orman alanına sahip olan şehirde ağaçların en fazla yirmi yıl ömrü kalmıştır..

İşte böyle bir şehirdir İstanbul... taşıda toprağıda binlerce şiire malzeme olmuş, binlerce kişinin hayalini süslemiştir.. Gelipte hayal kırıklığı yaşamayan, gidipte özlemeyen yoktur... Hayranlıkları ile ünlenmiş.. Şehre gelen herkes "İstanbul çok güzel" demeden gidememiştir... Hatta gelen ünlü kişiler İstanbul'a hayran olduklarını söylemiş, "en kısa zamanda tekrar geleceğim" diyerek ayrılmıştır ama bir daha gelende olmamıştır...

Tüm bunların içinde benimde istanbul'a baktığımda görebildiğim tek şey İstanbul'dan başka hiç bir yerde mutlu olamayacağım... nedenini hiç bilemedim ama böyle bir duygu içindeyim.. Ankara'ya gidiyorum ama yok içim daralıyor.. Şairin dediği gibi bir duyguya kapılıyorum Ne de güzel söylemiş diyorum.... "Ankara'nın en sevdiğim tarafı İstanbul'a dönüşü"... Duygularımın tercümanı olan bir cümle... Seviyorum bu şehri, heyecanlandırıyor beni hala... Nereye gidersem gideyim dönmek istiyorum bir an önce... Ama yinede biliyorum İstanbul yaşamak için çok zor... Zaman geçtikçe, boğazından, ormanlarına, tarihi mekanlarından, saraylarına bir yok oluşu gördükçe sızlıyor yüreğim... öğretiyor bu koca şehir, herkesin dolandırıcı olabileceğini.. ders oluyor yaşadığınız her gün... Bir şehirden çok bir ülke gibi duruyor, boğuluyorsunuz ama vazgeçemiyorsunuz verdiği sahte huzurlardan.. bir esaret belki ama, alışıyorsunuz işte ve kabullenemiyorsunuz bu şehrin istila edilmesine... Ne iş olursa olsun yaptığınız, mecbursunuz İstanbul üzerinden yapmaya.. Balığın en güzelini olmasa da mekanın en güzelini buralarda göreceğinizi biliyorsunuz, çoğu zaman içine girmesenizde olsun diyorsunuz, nasılsa bir gün boğazda bende rakı balık olayına girerim...Tüm güzelliklerin varlığı mutlu ediyor sizi faydalanamasanız da... Çoğu zaman gideceğim buralardan diye başlıyorsunuz isyan cümlelerinize, ama gitseniz de çabucak dönüyorsunuz... İstanbul'u görmek yada gezmek için gelmek istiyorsunuz... Geliyorsunuz bir akrabanızın yanına belkide en fazla mahallesini geziyorsunuz ama olsun İstanbul'u gördüm oluyor bunun adı... Hep duyuyorsunuz "İstanbul'un her tarafını göremezsin bir haftada". Plan yapalım diyorsunuz, yapıyorsunuz da, ama hiç bir zaman planladığınız gibi olmuyor hiçbir şey.. Kısacık bir zaman kalıyorsunuz giderken de "aman ne yorucu bir şehir" diyorsunuz ama en fazla bir yıl sonra tekrar geliyorsunuz.... Bitmiyor şehir bitemiyor...


İstanbul'da yaşayan herkes nefret ediyor her şeyden ama gitmiyor nedense... Gidemeyeceğini bildiği içinde daha çok nefret ediyor.. Günün birinde hadi git dediklerinde... Bir hüzün basıyor her tarafınızı, gidiyorsunuz ama yüreğinizin yarısını bırakarak... Çelişkilerle bu kadar dolu bir başka şehir varmıdır?....

Fatih Sultan Mehmet ne güzel etmişte almış diyorsunuz ama sanki o günlerdeki ihtişamıyla korunsaydı da bu kadar yemeseydik bu şehri.. Taşını toprağını altın etmeseydik.. Bu kadar sinirli, bezgin insanlar olmasaydık.. Saygısızlığı hak saymasaydık.. Yaşasaydık bu şehirde küçük bir kasabanın verdiği huzuru hissedercesine.. Komşu olsaydık, bir fincan kahve verircesine...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...