Sayfalar

31 Aralık 2010 Cuma

Kutlu olsun bakalım...

Gecem karanlık..Üstüm başım açık..Biraz beyaz peynir bir dublede rakı..Birazda beyaz leblebi..Ne yaparsın öyle öğrenmişiz atalarımızdan..Hepsi bu..Ayazda kalmışım biraz, boğazımda yanma..Ama inanıyorum, bu beyaz suyun şifa vereceğine..Öylede oluyor sanki zamanı yedikçe.....
Geçti gitti hepsi, artık ufaktan sıkılıyorum kendimden..Atıyorum kendimi uyumayan şehrin koynuna..Her yerde bir melodi, her yerde bir sarhoşluk, her yerde bir yaşanmışlık... hayatın girdaplarında...
Üşüyorum ama titremiyorum, kar yağsın istiyorum. Bembeyaz olsun her taraf, arınsın mikroplarından..
Özlüyorum ceylan bakışlımı, görmek istiyorum gözlerinde, gördüğüm her kadının..Bakışlar çok boş.
Havamda değilim, gelmiyor içimden halaya katılmak..Ama içerdeyim artık..Masam çok kalabalık...
Boşvermişim herşeyi, bulmasamda olur kendimi...Kalkıyorum tekrar dönüyorum.
sabah oluyor güneş görünmüyor ama hissettiriyor kendini hava kapalıda olsa..
Bitmiş , devirmişiz koca yılı.. yeni bir yıla giriyoruz sessizce sokaklarda kediler ve ben..
Oturuyorum bir kenarda..sigaramın giden dumanlarına bakarak hazırlıyorum kendimi geçecek günlere
Bakıyorum yine vitrinlerdeki süslü "mutlu yıllar" yazılarına...
Veriyorum, sokakta bir köşede uzanmış adama, cebimdeki herşeyimi..Yavaşça sokulup.."Yeni yılın kutlu olsun" diyorum..Oda usulca elimi sıkıp "Olsun bakalım" diyor bana..
Dönüyorum evime...masa bıraktığım gibi..oturuyorum... televizyon açık.. dinliyorum Farid Farjad...
Uzanıyorum... karşılıyorum sokaktaki çığlıklarla, hayatımı yeniden şekillendireceğim taze yılı...
Geçen yıllar olmasa da bu yıl mutlu olsun kutlu olsun diyerek sızıyorum....Bir yıl daha yaşlanmışlığın verdiği buruklukla rüyalarımda buluyorum onu...
Tüm yıllar güzeldi ama hepside yaşandı ve bitti...
Bu en güzeli olsun...
Yeni yıl kutlu olsun...

30 Aralık 2010 Perşembe

Çok şey istiyorum 2011 senden..

Yıllardır aralık ayının son günlerinde bir hal olur herkese. Yıl bitiyordur ve sanki 1 Ocak'ta her şey yeniden başlayacakmış, yepyeni umutlar yeşerip yıl içinde gerçekleşecekmiş gibi, sevgi dolu hayal mesajları atarız birbirimize.  Heyecan basar son saniyesine kadar, koca yılı 10 saniyeye sığdırır sayarız geriye ve çılgınca kutlarız yeni yıla girişimizi. Nedir yani bir yıl bitmiştir. Yıl biterken yeşeren umutlar ay bitince yada gün bitince neden yeşermez. Aslında yeni yıl başarısızlıklarımızdan kurtulmamız için bir bahanemidir..Başlayan her yeni yıl; isteyipte yapamadıklarımız için kendimize verdiğimiz yeni bir şans mıdır.? Yeni yıl; yaşlandığımızı gizleyip, tıpkı doğum günlerimizde yaşlandığımızı kutladığımız gibi, giden yıla ihtiyar gelen yıla gencecik bir bebek yakıştırması yapıp gençleşme arzusumudur.? Yeni yıl; bir totem midir.? Geceyi kırmızı donla geçirip şanslı olacağımıza, gülerek yeni yıla girersek yıl boyunca güleceğimize, hüzünlü girersek hep hüzünleneceğimize inaırız.  Yeni yıl bir falmıdır? Gözlerimizi kapatıp sevdiklerimizle kucaklaşıp dilek tutarız. Peki bütün bunları yaptıktan sonra gerçekten gerçekleşen bir tanesi var mıdır. Olmasın, aslında olması da gerekmez. Mühim olan bir fırsat yakalamak, en azından bir gece kendimizi iyi hissetmek, en azından bir gece büyük hayaller kurmak, en azından bir gece sevdiklerimizle sarhoş olup eğlenmek, en azından bir gece her şeye boş vermek. İşin özünde herşeyde olduğu gibi gerçeklerden bir kaçış ve kurtuluş vardır. Bir an için bile olsa...
En azılı teröristler bile böyle günlerde dostluk ve barış mesajları gönderirler birbirlerine. Katiller, psikopatlar, sapıklar kime baksanız yeni yıl için umut doludur. Herkes de ufaktan bir beklenti vardır.
Hal böyleykenn. Bende boş durmayayım dedim. Yeni yılın gerçekten yeni olmasını, her şeyi yenilemenizi, en başta kendinizi, sonra eski olan düşüncelerinizi, her sabah yeni güzelliklere uyanmanızı, en önemlisi fark etmenizi ama olan biten her şeyi...
Okumanızı, değerlendirmenizi, anlamanızı istiyorum hayatı da yalanları da...
Kafanızı kaldırıp bakmanızı istiyorum olan bitenlere..
Mücadeleci olmanızı istiyorum tüm yanlış giden işlere karşı
Sevmenizi istiyorum birbirinizi tüm samimiyetinizle..
Övünmenizi istiyorum Türk'lüğünüzle
Dik durmanızı istiyorum haklı olduğunuzu düşündüğünüz mücadelenizde
Dürüst olmanızı istiyorum yaptığınız her işinizde
Dini tercihlerinizi reklam yapmamanızı istiyorum..
Güne hep güleryüzle başlamanızı istiyorum.
İlk önce kendinizi eleştirip sonra karşınızdakine saldırmanızı istiyorum..
.....
Ne çok şey istiyorum dimi...
Ben sizin her güne mutlu uyanmanızı diliyorum...

29 Aralık 2010 Çarşamba

45 yıl öncesine mektup

Sevgili dedem,
1965 yılında yani ben doğmadan 3 yıl önce ölmüşsün, ama hala herkes tanıyor seni. Ne kadar akıllı bir adam olduğundan bahsediyorlar. Savaş zamanı Rusya'da kaldığın zamanları masal gibi anlatıyorlar. Köyüme her gittiğimde, insanlar beni tanısınlar diye senin torunun olduğunu söylemek zorunda kalıyorum. Söyler söylemezde bağırlarına basıyorlar beni, gözlerindeki buğulanmaya engel olamadan. Anlayacağın dede ben hala senin ektiklerini topluyorum.
Seni hiç tanıyamadım ama özlüyorum seni. Hiç görmedim ama nedense silüetin canlanıyor gözümde. Hafif açık saçların, açık renkli gözlerin, çatık kaşların, dik duruşun beliriyor hayalimde. Sana hiç dokunamamış olsamda hissediyorum saçlarımı okşayışını, sırtımı sıvazlayışını.
Ben doğmadan 3 yıl önce ölmüşsün dede ama yaşıyorsun hala buralarda biryerlerde. Yaşatıyorlar seni. Yaşadığın sürece duygularını, hüzünlerini, heyecanlarını paylaştığın insanlar. Öldüğünde 68 yaşındaymışsın. Ömrünün büyük bir bölümü gurbetlerde geçmiş. O zaman dede; bu köylü neden seni unutmamış unutamamış?
45 yıl da ne değişti de artık kimse kimsenin umurunda olamıyor, kimse kimsenin çalmıyor kapısını. Herkes neden bu kadar uzak birbirinden dede..
Ben ölsem şimdi... yarın kaç kişi hatırlar beni dede. Seni nasıl unutmamış insanlar.. bunca yıl..
Bana hiçbirşey bırakmamışsın. Senden kalan bir iğne bile yok . Küçükken hep kızardım sana, neden dedeme ait bir eşya yok diye. Yıllar sonra köyüme gidince arkadaşların bana iyi bir ders verdi dede. Meğer sen bana mirasların en büyüğünü bırakmışsın.
Ben doğmadan 3 yıl önce ölmüşsün dede.. Ama, dede nasihatından mahrum etmedin beni. Özetledin bana tüm hayatını. gösterdin bana gerçek değerleri.
Seni hiç görmedim ama sevdim dede...
Teknoloji diye bir şey var şimdi her şey elektronik oldu her şey sanal. Duygular yıllar önce çöpe atılmıştı. Şu sıralar süpürüyorlar sevgi ve güvenden arta kalanları insanlar.
Geldim.. senin mezarını bile bulamadım ama seni 5 yaşında tanıma fırsatı bulanların bile unutmadığını görünce mezarının bir anlamı kalmadı...
Sordum insanlara başka kim vardı diye.. saydılar bir bir hepsini sanki dünmüş gibi. Hüzünlendik hep beraber geçmişin bu güne getiremediklerine. Sonra bıraktım onları kendi dünyalarında. Döndüm kendi sahte dünyama ama aklım kaldı oralarda..
Seni hiç tanımadım dede ama öğrettin bana hayatın anlamını yinede....

Satılan milli park

 Bundan yaklaşık bir ay önceydi. Yolum hep görmeyi istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım Bolu'daki  yedi göller bölgesine düştü. O bölgeyle ilgili çok şey duymuştum ama görünce hayranlıktan 2 dakika saygı duruşuna geçtim. Muhteşem bir yer ve kesinlikle görülmesi gerek.
Buraya kadar herşey güzeldi sonra yanımıza gençten bir çocuk yanaştı elinde bilet koçanı vardı. Araçla gelirseniz 6 TL, yaya kişi başı 2 TL dedi. Olabilir dedik ama merakımı yenemediğimden sordum...sormaz olaydım.. ''Bu biletleri Orman bakanlığı adına mı kesiyorsunuz'' diye. Çocuk ''hayır burası özelleşti'' dedi. İşte o anda taş kesildim.
Nasıll!! diye bir çığlık atmışım. İnanamadım. ''Neden ama neden'' dedim. Biletçi çocuk anlamsız gözlerle bana baktı. ''Keseyim mi abi'' dedi, bilet koçanını göstererek.
Sonra oturduk bir gölün kenarında ve ben kendi kendime konuşuyor buldum kendimi.
Anlayamıyordum bir milli park neden satılır. Adında milli olan bir doğa harikası neden para getirilecek bir mal gibi değerlendirilir. Burayı alan işletmeci adam bu bölgeden para kazanma adına kafasına göre birtakım işler yaparsa onu kim durdurabilir. Her şeyi sattınız ama milli parkları nasıl satabildiniz nasıl...
Artık gözüm ne güzellik görebiliyordu nede manzara. Takılmıştım ürkütücü gidişatımıza. Limanları sattınız, köprüleri sattınız, fabrikaları sattınız, kısacası tüm kitleri sattınız. Elimizde milli olarak tek milli parklarımız kaldı diye avunurken... onuda sattınız. Bir gün uyandığımda kendimi de satılmış bulmaktan mıdır bu üzüntüm yoksa çaresizlikten mi bilemiyorum
Ama beni asıl üzen orada neredeyse 80 kişi vardı ve hiçbirinin umurunda değildi. Ben insanlarla bu sıkıntımı paylaşmaya çalışırken onlar bana ''hadi ya satılmış mı ama güzel yer abi gelmek lazım arada bak huzur bulduk'' diyorlardı.. Belkide bu duyarsızlıktan ürktüm. Bilmem ki ne etmeli ne demeli, yurdum insanına elde avuçta hiçbirşeyin kalmadığını anlatabilmek için..

28 Aralık 2010 Salı

Toplumsal hastalık; bencillik..

Bu bir İspir'li Macit hikayesidir..
Macit 1929 yılında Erzurum'un İspir ilçesinde doğdu. Çocukluğu yokluk içinde geçti. Babası çiftçilik yaptığından yürümeye başladıktan sonraki zamanı hep tarlalarda geçti. İlkokul 2nci sınıfa kadar okuyabildi.  Okumayı söker sökmez okulu bırakıp, tarlada babasına yardımcı olmaya başladı. Askere giderken elinde sadece gideceği yere kadar gitmesini sağlayacak parası vardı. O askerdeyken Kore savaşı çıktı. Gönüllü olarak Kore'ye ilk giden gruba katıldı. 2 defa yaralandı, tedavi olup görevine devam etti. Ama madalya alamadı. Zaten madalya almak içinde hiç çabalamadı. Onun tek derdi Çin'lileri öldürüp zafer kazanmaktı. Memleketine döndüğünde büyük işler başarmış olmanın gururu vardı gözlerinde, oda onun için yeterliydi.
Macit askerden sonra ilkokul, ortaokul ve hatta liseyide bitirdi. Devlet kapısında küçükte bir iş buldu.
Ona verilen her işi çok büyük bir iştahla yaptığı gibi diğer arkadaşlarına da yardımını esirgemedi. Amirlerine hiç ylakalık yapmadı, zaten beceremezdi de. Ama yalakalık yapanların yükselişlerini gördü. Çok umursamadı. Onun için önemli olan kendisi için değil vatandaşı için işini doğru yapmaktı. Hepte öyle çalıştı. Rüşvet nedir bilmedi. Hatta bir gün bir işi halletmesi için çekmecesine bir miktar para koyan adamın suratına attı paraları. Ama bu adamın o bölgenin ileri gelenlerinden biri olduğunu bilmiyordu, bilse de çok farklı davranmazdı. Macit bu hareketinden dolayı ceza aldı ve bununla da yetinmeyip Macit'i bir başka şehre tayin ettiler.
Macit orada da aynı hırs ve dürüstlükle çalıştı. 56 yaşında emekli oldu. Aldığı emekli ikramiyesi ile küçük bir dükkan açtı ama 6 ay sonra alacaklarını tahsil edemediğinden iflas ederek kapattı bin bir güçlükle açtığı dükkanını. Bu olaydan sonrada çok yaşamadı. 58 yaşında öldü. Cenazesinde 16 kişi vardı. 15'i Kore'den arkadaşı, diğer bir kişi ise yüzüne parayı çarptığı adamdı..
Bu adam yıllar sonra bir vesile ile gittiği Macit'in eski çalışma yerinde Macit'in ceza aldığını, tayin edildiğini öğrenir. Vicdanı onu rahat bırakmaz ve Macit'i bulmak için uğraşır ama bulduğu gün Macit'in cenazesinin olduğu gündür ...

Hepimizin içinde ne kadar yok desek de hakim olan bir bencillik vardır. Çok da sevmeyiz birbirimizi hep bana hep bana deriz ama bunu kendimize dahi kabullendiremeyiz. Kırarız birbirimizi arkamıza bakmadan çeker gideriz. Sonra bir şeyler kemirir içimizi döner koşarız ama hep geç kalırız.
Ben hep söylerim ''vatan uğruna bir şeyler yapmak istiyorsak yaptığımız işi en iyi seviyede yapmamız yeterlidir'' diye. Bunu da ancak, etrafımızdaki insanları da doğru yola çekerek, onların yaptığı yanlışları görmezden gelmeyerek, doğrulara ulaşmak için kaybedilecek her şeyi göze alarak yapabiliriz.
İşkuranların çoğunluğu kısa yoldan para nasıl kazanırım derdi ile başlıyor işine. Yaptığı işin kalitesi umurunda bile değil.  Para kazanmak elbetteki amaçtır ancak önce kalite diyen nasılsa parayı da kazanacaktır. Kalite diyen aynı zamanda itibar kazanacak ve memleketin sanayisinin, ekonomisinin gelişmesine de ciddi katkılarda bulunacaktır. Ama yok olmaz biz hemen kazanmalıyız...Bunun içinde ne oluyoruz farkında olmadan;
Dürüstlükten uzaklaşıyoruz, yükselebilmek için dalkavuk bir adam oluyoruz, en önemlisi kişilik özelliklerimizi kaybediyoruz. Hiçbirimiz bir Macit olamıyoruz. En acısı olanlarında önünü kesiyoruz. Bugün Macit'ler sayesinde ayakta durabiliyoruz ama yarın Macit'ler bittiğinde kimlerin kucağında oturacağımızı düşünmek bile istemiyorum..

26 Aralık 2010 Pazar

Engel olma yeter

Herhangi birgün.. Sabah kalkıyorsunuz, traş oluyorsunuz yada makyaj yapıyorsunuz hafif bir kahvaltı ve işe gitmek üzere yola çıkıyorsunuz. O ana kadar herşey normal ama birden beklemediğiniz bir yerden kafanıza bir tabela yada kiremit yada herhangi bir cisim düşüyor. Açıyorsunuz gözlerinizi bilmediğiniz bir yerde. etrafınızda size bakan birileri var beyazlar içinde. Köşede annenizi görüyorsunuz yaslanmış duvara, çaktırmadan gözyaşlarını siliyor.
-Ne oldu bana? diye soruyorsunuz bilinçsizce
-Geçmiş olsun. diyor doktor ve yanınıza oturup başlıyor anlatmaya
Ama siz dinlemiyorsunuz ki onu, annenizin ağlamaklı yüzüne bakıp
-Anne ne oldu bana? diye soruyorsunuz ısrarla.
Anneniz geliyor yanınıza elinizi tutuyor ve
-Kızım doktorlar bir müddet yürüyemiyeceğini söylediler... diyor ve devam ediyor
-Ama tedavisi olabilirmiş, peşini bırakmayacağım, dünyanın neresinde ......
diye devam ediyor ama siz onu duymuyorsunuz artık ''yürüyemiyeceksin'' lafında kalmışsınız..
Sabah sapasağlam çıktığınız evinize tekerlekli sandalye ile dönüyorsunuz. Yani engellisiniz artık...


Herhangi bir gün.. Sabah uyanıyorsunuz ama kalkamıyorsunuz. Anneniz geliyor sizi tekerlekli sandalyeye oturtuyor. Traş olmanız yada makyaj yapmanız için bir ayna getiriyor, yanınıza da gerekli malzemeleri bırakıyor. İşiniz bitince tekrar anneniz geliyor malzemeleri alıyor, kahvaltı yapıyorsunuz beraber ve işe gitmek için yola çıkmak istiyorsunuz. Önce anneniz sizi kucağında merdivenlerden indirip bir köşede oturtuyor, sonra tekerlekli sandalyenizi getiriyor. Otobüs durağına kadar kaldırımlarda park eden araçların arasından bin bir güçlükle gidiyorsunuz. Otobüse binmek istiyorsunuz, basamaklardan çıkmanız mümkün olmadığından vicdan sahibi 4 kişi yardım ediyor size. İnmeniz gereken durağa geldiniz; yine vicdan sahibi birilerinin yardımına muhtaçsınız..


İkiside aynı insan ve aynı güne uyanıyor. Sadece küçücük bir örnekti anlattığım. Kimbilir daha ne zorlukları vardır. Gerçi esas zorluk kabullenmektir bu yeni durumu.
Peki biz ne yapıyoruz tam insan olarak?? Hiçbirşey... Çünkü biz onları yarım görürken aslında beynimizin yarım olduğunu fark edemiyoruz. Onlara engelli diyoruz, tıpkı akıl hastanelerinde yatanlara deli deyip kurtulduğumuz gibi, kurtarıyoruz kendimizi yapmamız gereken sorumluluklarımızdan.


Acımaktan ibaret sanıyoruz engelli insanlara yapabileceklerimizi. Oysa onlar her ortamda acınacak halleri olmadığını, sadece yaşadığımız dünyada beraber yaşamamız için gereken tedbirlerin alınması gerektiğini anlatıp duruyorlar çığlık çığlığa.


Peki biz ne yaptık engelsiz insan olarak?? Kaldırım aralarına tekerlekli sandalyeler için yollar yaptık ama sonra o yolların önüne park eden araçların sahibine sövdük. Özel araç park yerleri yaptık ama sonra oralara park edenlere sövdük. Sözde fonlar kurduk, toplanan paralarla 3 tane tekerlekli sandalye aldık, kalan paraların akıbetin bilemedik. İşverenlere engelli çalıştırma zorunluluğu koyduk ama çalışabilecekleri bir ortam yaratmaya teşebbüs dahi etmedik. Engellilerin kendi başına başardıkları her konuda onları takdir ettik ve sanki hepsinin aynı imkanı varmış gibi hepsinden aynı gayreti bekledik. Ama asla imkan yaratmayı düşünmedik. Başarılı olanların başarı hikayesinin bir köşesinde yer almak için yarıştık, hiçbir katkımız olmadığı halde.


Onlar özürlerini saklamayı çalıştı ve bu sebepten pek çoğu yıllarca evinden bile çıkamadı. Bizlerde kafamızı çevirdik özürünü görmeyelim diye. Onun özüründen başka görülecek bir tarafı yokmuş gibi düşündük hep. Beynimizde ki engelleri kaldıramadık bir türlü. Onların günlerinin de sabah uyandığında başladığını ama akşamın o kadar kolay gelemediğini kavrayamadık. Aslında onlar ne yapabileceklerini çok iyi biliyorlar, biz onlara engel olmayalım yeter..
Fiziksel olamasa da zihninizde hep ayakta kalmanız dileği ile..

25 Aralık 2010 Cumartesi

Melankolik tercihler


Yalnız yaşar insanoğlu anne karnında. 9 ay ve 10 gün tek başına büyür, gelişir. Sonra gelir dünyaya. Kalabalık ortamlara alışmamıştır ama birsürü kalabalık vardır etrafında. Merak etmez fazlada birşeyi. Sonra yine büyümeye devam eder. Büyüdükçe daha kalabalık ortamlara girer ama her geçen gün daha çok yalnızlaşır aslında. Okulda öğretmeni anlamaz, işe girince patronları, askerde komutanları. Anne babası zaten hiç anlamıyordur... Bir uğraştır hayat, o da yaşar işte anlaşılma isteği ile. Kalabalıklar sadece bir anlık heyecandır yalnızlığının anlaşılmazlığında.. Hepsi biter ve gece yatağına girince yalnızlığı bir ağrı gibi kemirir heryanını ve her gece o yalnızlığı ile uyur.

Aslında yalnızlık birazda kendi tercihimiz midir?? Severiz çoğumuz yalnız kalmayı ara ara. Belkide bir utangaçlıktır bizi yalnızlığın karanlığına sürükleyen. Kendimizi ifade etme yeteneğimiz bizim ne tür yalnızlık içinde olabileceğimizi açıklar. Çocukluğundan başlar insanoğlunun ispat yarışı. Ön plana çıkmaya çalışır hep, çıkamazsa döner kendi içine. Ön plana çıkanlarda bir müddet için iyi hisseder kendini. Etkisi geçince her şeyin, o da döner kendi dünyasına. Yani en sonunda döneriz hepimiz kendimize ve yalnızızdır hep aslında.
''Kimine göre yalnızlık, hasta kişinin kaçışıdır; kimine göre de hasta kişilerden kaçıştır.'' diyor ünlü filozof Nietzsche. Ona göre; Tanrı ölmüştür ve insanlar dünyada yalnız kalmıştır.
Kimdir bu hasta kişi yada kişiler?? İşte zaten budur bizi anlaşılamaz kılan yada her daim yalnız hissettiren soru, çünkü cevabı yoktur olamazda. Yalnızlık bizim vicdanımızda yarattığımız dünyamızla, gerçek dünyamızdaki duygularımızın kesiştiği noktadan çıkan bir terk ediliş hikayesidir. Terk eder bizi duygularımız belli bir yaştan sonra. 60'lı yaşlarda çoğu kişinin eline tespihi alıp camilerde akşamlaması gibi. Oysa 30'larında ''nerede sabah orada akşam'' yaşayan adamda aynı adam değilmiydi. Ne oldu da yaş ilerleyince başka bir dünyaya dönmek istedi. Olan bir şeylerin fark edilmesi değildir. Sağlıklıyken hasta kişilerden kaçmıştır, sağlığını kaybetmeye başladıkça hasta kişi kendisi olmuştur.. Sığınacağı tek yer de kendisi gibi olduğunu düşündüğü insanların olabileceklerini sandığı yerlerdir.

Kafanız çokmu karıştı..O zaman birazda şöyle bakalım konuya.
Bulunduğunuz ortamlarda bazen birden sıkılıyormusunuz?,
Herhangi bir işe heyecanla başlayıp sonradan birden sıkılıp vaz mı geçiyorsunuz?
İşinizden çok para kazanmanıza rağmen daha başka işlermi yapmak istiyorsunuz?,
Aldığınız yeni bir kıyafeti evinize gelip giydiğinizde küçük bir pişmanlık mı yaşıyorsunuz?,
Kötü alışkanlıklarınızdan vazgeçmek istiyorsunuz ama her seferinde yeniden mi başlıyorsunuz?,
Çektirdiğiniz fotoğrafların hepsinde ne kadar çirkin çıktığınızı mı düşünüyorsunuz?,
Hüzünlü bir şarkı duyduğunuzda ortada hiçbir sebep yokken hüzünlenip acı mı çekiyorsunuz?,
Aynaya her baktığınızda yüzünüzdeki çirkinlikleri mi görüyorsunuz?.
Bu soruların hepsine evet diyorsanız siz vicdanınızla gerçek dünyadaki duygu çatışmasını en derinden yaşayanlardansınız.
Peki ben bu melankolik yazıyı neden yazdım..
Etrafıma baktım sadece. Mutlu olmayı beceremeyen o kadar çok insan varki. Kimi alkol şişelerinde arıyor mutluluğu, kimi dini yollarda. Mutlaka sığınmışlar bir tarafa kendilerince mutlu olabileceklerini sanıyorlar. Oysa dahada mutsuzlaşmaya başladıklarını fark edemiyorlar yada çoktan fark etmişler ama seviyorlar hüzünlü mutluluğu.
Mutlu başlar akşamcının sofra muhabbeti ama mutlaka hüzünle sonuçlanır. Zamanla herkes duygusallaşır, içinde ne kadar sevgiye dair itirafları varsa dökülür etrafa. Masadaki herkes sever birbirini, yüzlerce sözler verilir karşılıklı. Özgürce ifade edilir akılların bir köşesine sıkıştırılmış düşünceler. Ama ertesi sabah gerçek dünyaya uyanılır. Alkolün etkisi ile her şeyini paylaşan adam tekrar dönmüştür kendine.
Dini sohbetler karşılıklı saygı ve özveri ile başlar ama çoğu zaman başladığı gibi bitemez. Görüş ayrılıkları ortaya çıktıkça büyük bir tahammülsüzlük başlar ve herkes kendi haklılığını kabul ettirmek ister karşı tarafa. Sonuçta ya kabullenip teslim olursunuz yada dışlanırsınız bir anda, içinde bulunmak istediğiniz toplumdan. Vee hayata isyan edersiniz yeter artık bırak da yaşayalım diye...
Yalnızlık kader değildir, sadece duygusal bir tercihtir.
Hayatınızın hiçbir döneminde tercih etmek zorunda kalmamanız dileği ile...

22 Aralık 2010 Çarşamba

Baba olmak

Bir doğum evi..
Yaklaşık 2 saat olmuş bebecik gözlerini açmış dünyaya bakıyor, anlamaya çalışıyor yeni başlayan hayatını. Etrafı heyecanlı mutlu insanlarla dolu. Yaşlılar bildikleri tüm duaları okurken, gençler yapılacak bir şey varmı diye bakıyor annenin gözlerine. Anneanne, babaanne, dede, teyze, bilimum akrabalar hepsi orada, hepsi sırada, bebişi görüp koklamak için. Anne kıvranır sütüm gelsin diye ağrılarına aldırmadan. Ara ara bakar gizlice bebişine ''bunu benmi doğurdum'' diye düşünerek ve yüzünde sıcacık bir tebessüm belirir öylece bakar işte..
Bütün bunlar olurken bir köşedeki koltukta elleri başının arasında uykusuzluktan gözleri kızarmış, kafası allak bullak olmuş biri çarpar gözünüze. Sadece bakar etrafına hafif bir gülümseme ile. Kimdir bu adam.. Baba evet baba. Orada toplanan insanların hepsinin yüzünü güldüren bu mutluluk resminin oluşmasındaki en büyük pay sahibi adam. Kimse anlamaz onun neler hssettiğini, kimse bilemez asıl heyecanı onun yaşadığını ve kimse bilmez onun kafasında beliren babalık duygusunun orada yaşanılan hiçbirşeye benzemediğini.
Artık hayatında hiçbir zaman vazgeçemeyeceği biri daha vardır. Artık geceleri uyumak için çokda sebebi olmayacaktır çünkü zaten uyuyamayacaktır. Hayatına giren bu yeni varlık onun duygularınında, sevgilerininde yeniden kodlanmasını sağlayacaktır. Kendinden önce düşüneceği biri daha girmiştir hayatına. Birisi ona baba diye seslenecektir ve o bu sesi her duyduğunda herşeyi ile teslim olacaktır, kendi babasının teslim olduğu gibi. Bazen kızacaktır, bazen duygularını saklayacaktır ama hep sevecektir onu hemde karşılık beklemeden.
Birtürlü kucağına alamaz bebeğini, zarar vermekten korkar. Bilemezki artık tüm hayatı ona zarar gelmesin diye uğraşmaktan ibaret olacak, bilemezki baba olmak hayatının her anında yeni sorumluluk almak demek, bilemezki baba olmak aslında yeniden doğmak demek.
Şimdi o baba nemi yapıyor??
Muhtemelen şuan için anne ne derse onu yapıyordur. Evet anne, anne olmuştur ama baba hala baba olamamıştır. Taki bebişin ilk baba dediğini duyana kadarda olamıyacaktır. Şimdilik bir hizmetkardır bebiş içinde anne içinde..
Babalar doğuramaz, emziremez ve hatta altınıda değiştiremez ama hisseder be arkadaş hisseder. Sevgiyi hisseder, bebeğinin sıcaklığını hisseder ve hissettirir sevgisini.

Anneler elbetteki kutsaldır ama babaların kutsiyeti ancak kaybedince anlaşılır. Tıpkı benim anladığım gibi...
Tüm babalara...

21 Aralık 2010 Salı

Trafik dediğin nedir ki..

İstanbul'da yaşıyorsunuz ve Tuzla'dan Beylikdüzü'ne bir akrabanızı ziyarete gideceksiniz. Sabah 08'de yola koyuluyorsunuz arabanızla. Daha Pendik'te vazgeçsem mi diye düşünmeye başlıyorsunuz çünkü 1 saat geçmiştir bile. Oysa yolculuğa başlarken içinizde heyecan vardır uzun zamandır görmediğiniz insanları göreceksiniz. 
Küçükyalı'ya geldiniz en sol şeritte duruyorsunuz, merakla ön tarafları görmek istiyorsunuz, kazamı oldu neden duruyoruz diye. Ama bir sonuç alamıyorsunuz, trafik zaten ara ara akıyor. 
Saat 10 boğaz köprüsü ayrımına ancak ulaştınız ama orada trafik akmıyor bile. Etrafınıza bakıyorsunuz herkes bir uyum içerisinde. Direksiyonu ısıracak gibi oluyorsunuz çıkıp yürüsemmi diye düşünüyorsunuz. Trafik hafiften hareketleniyor bu sefer herkes şerit değiştirmek derdinde kendi yolunuzda bile gidemiyorsunuz. Küfür etmeyen bir adamsanız bile ağzınızdan dökülüyor en kallavisi, sinirleniyorsunuz ama nafile dönmek istesenizde dönemezsiniz artık. Saat 11.00 hala köprüye ulaşamamışsınız.  Kağıt helvadan salatalığa kadar çeşit çeşit ürün satanlar arabaların etrafında dolaşıyor. 
Köprü görünüyor uzaktan ama ulaşmak ne kadar alır kesitiremiyorsunuz, benzin durumuna bakıyorsunuz çeyrek depo kalmış idare eder diye düşünüp beklemeye devam ediyorsunuz. Arkadan bir ambulans yol istiyor uğraşıyorsunuz yolu açalım diye ufak manevralarla açıyorsunuz yolu, çakallık yapıp ambulansın arkasından gideyim diye düşünürken sizin gibi düşünen yüzlerce araç üstünüze çıkarcasına geçiyor etrafınızdan, o çabanızda size ancak 20 mt. kazandırabiliyor ve tekrar sıkışıklığın ortasında bekliyorsunuz. 
Saat 12 olmuş köprüye yanaştınız sadece 100 mt var hadi diyorsunuz hadi, köprü üstünde akar bu trafik ve öylede oluyor, köprüden geçiyorsunuz bir çırpıda. Ohh diyorsunuz artık gideriz, ama Mecidiyeköy'de bitiyor sevinciniz ve tekrar nedeni belli olmayan bir duraklama. Haliç köprüsüne kadar dur kalk gidiyorsunuz yavaştan. Topkapı'ya geldim sayılır diyorsunuz ama Topkapı'ya geldiğinizde saat 14 olmuş bile. Geçiyorsunuz Topkapı kavşağından sevinerek ve birden arabanız teklemeye başlıyor, birkaç metre gittikten sonra da duruyor. Benzin bitti. hadi bakalım..Çekiyorsunuz arabanızı ittirerek emniyet şeridine, tabii bu arada trafiğin felç olmasına yaptığınız katkılardan dolayı aldığınız takdirleri!! arkanızdaki araç şoförlerinin sevimli! bakışlarından anlıyorsunuz. Bırakıyorsunuz arabayı çaresiz, dörtlüleri yakarak İstanbul keşmekeşinin ortasında bir başına. Öylesine yürümeye başlıyorsunuz benzin istasyonu bulurmuyum diye. Yürüyorsunuz, yürüyorsunuz, buluyorsunuz bir benzin istasyonu bu seferde istasyondakiler pet şişeye benzin veremeyiz diyorlar. Anlatıyorsunuz durumu ''ben nerden bileyim doğru olduğunu diyorlar'' ve hatta bununlada kalmayıp ''ya sen bu benzinle molotof kokteyli yaparsan, ya bir yerleri yakarsan'' diye sana potansiyel terörist muamelesi yapıyorlar. Yalvar yakar oluyorsunuz kimlik kartımı bırakayım arabayı buraya getirip benzin alıcam diye yüzlerce söz veriyorsunuz önünüze kanun maddesini çıkarıp ''yasak'' diyorlar. Peki çözüm nedir diyorsunuz, ''arabayı getirip öyle benzin alacaksın'' diyorlar. Ama benzin bitti nasıl diyecek gibi oluyorsunuz ''eee kardaş trafiğe çıkmadan düşünecektin bunu diyorlar''. İşte o anda anlıyorsunuz bu şehirde yaşayan hiç kimse nasıl bir ortamda yaşadığının farkında değilmiş gerçekten....Ama sonunda kimlik kartını bırakıp eğer 30 dk içinde dönmezsem polise suç duyurusu yapmaları konusunda anlaşma yapıp benzini alıyorsunuz.. Saat kaçmı?? 16.00.. yani birazdan akşam trafiği başlayacak. Sevinçle arabanıza benzini koyup, benzinciye kadar gidip depoyu dolduruyorsunuz ve yola çıkıyorsunuz. Ama hava kararmaya başlamış trafik dahada boğucu hale gelmiş. Şirinevler' e kadar gelmişsiniz artık ne kaldıki şurda diye düşünüyorsunuz. Saat 18'de Avcılar'dasınız. Telefon ediyorsunuz akrabalarınıza ''Bu akşam bir düğüne gideceğiz istersen sen de gel'' diyorlar. Düğün nerede diye soruyorsunuz karşıda Üsküdar'da diyorlar....!!!
-Sen sabah gelecektin gelmeyince bizde herhalde işi çıktı diye düşündük.. diyorlar
Trafiğin ortasında hedefe ulaşmanıza çok az bir zaman kala yenilmiş, tükenmiş, meydan savaşı kaybetmiş yalnız bir komutan gibi bakıyorsunuz sessizce etrafa.....

20 Aralık 2010 Pazartesi

Çok güzel hayaller bunlar

Hayal kurmak da bir adrenalindir aslında, ya da bir nevi afodizyaktır hayata heyecan katan. Yoktur, çok param olsun diye hayal kurmayan bir işsiz, yada tipine bakmadan Jennifer Lopez'i hayal etmeyen bir erkek.
Benimde var hayallerim. Hep de yalnız başıma kaldığımda belirirler, ufaktan heyecanlandırırlar beni. 6 yaşındayken pilot olmaktı hayalim, uçmak isterdim, gökte uçan uçaklara baktıkça onları kullanmak, özgürce pike yapmak ister her 30 Ağustos'da tepemizden geçen jetlerin altından koştururdum delicesine. Okul hayatı başlayınca hayallerde küçüldü, tek hayalim kaldı, oda mezun olmak. Okul bitince hayallerin peşine koşmaktan vazgeçip hayatı öğrenmeye çalıştım. Ama gördüm ki hayatın içinde olmak için bile hayal kurmak gerekiyormuş. Senin hayalin olmazsa birileri hayallerinin peşinden koşturup senin hayallerini de eline geçiriyormuş. Baktım etraf hayalperest dolu, ideal diye hayallerinin peşinde biryerlere gelmek için mücadele ediyorlar. Bende, hayatın beni götürdüğü yere gidiyorum yarınlarıma bakmadan. Anladımki o zaman; önce hayal kuracaksın sonra gideceksin peşinden, gerçekleşmesede hayal kırıklığından ziyade geldiğin noktadan yeni bir hayalle devam edeceksin yaşamaya. Böylece akıp gidecek hayat.
30'larıma geldiğimde geriye dönüp bakma isteği uyandı içimde ama hiç birşey görememekten korktum, bakmadım. Öyle çok da büyük hayalim olmadı, ama bugünlerde var artık.
En büyük hayalim memleketimin yeraltı zenginliklerinin yeryüzüne çıkarıldığını ve tamamen milli olduğunu görebilmek. Haber izlerken birilerinin sürekli beni kandırmaya çalıştığını görmemek. Yaşadığım bu topraklarda herkesin birilerinin peşinden değil doğruların peşinden gidecek kadar cesur ve donanımlı olması.
Şarkı söylemenin bir kabiliyet, meziyet olduğunu kabul edip parası olanın albüm yaptım diye piyasaya çıkıp müziği katletmemesini ve bizede işkence etmemesini hayal ediyorum. Birbirini seven insanların birbirlerine katlanmak zorunda olmadıklarını, sevginin en başta fedakarlık olduğunu anlamalarını hayal ediyorum. Günün birinde yalan söylemeyen bir başbakan, yolsuzluk yapmayan bir milletvekili, mal varlığını arttırmak için değilde hizmet etmek için seçime giren bir parti olsun istiyorum Türkiye'de. Herkesin yaptığı işi dolayısı ile de ülkesini sevmesini, sabah mesaiye giderken koşarcasına gitmesini görmek istiyorum. Devlet hastanelerindeki hemşirelerinde özel hastanelerdekiler gibi güler yüzlü ve gayretli olmalarını istiyorum. Her tarafta zararlı dendiği halde marketlerde GDO'lu ürünler yada sağlığı bozucu cips  gibi ürünler zorla satılmasın ve bütün sağlıksız ürünler bu kadar lezzetli olmasın istiyorum. Trafikteki kadın sürücüler için ayrı bir yol yapılsın istiyorum. İnsanlar eskiden olduğu gibi mektuplaşsın, birbirlerine yazacak iki satır bir şeyleri olsun, ezberlenmiş mesajları aynı anda bin kişiye göndermesinler, her insana ayrı bir şeyler karalasınlar istiyorum.
Aslında daha neler istiyorum bilseniz ama çok uzatırsam fazla hayale kapılırım diye korkuyorum.
Bir hayaliniz olsun ve peşini hiç bırakmayın...Asıl hayal kırıklığı belkide hayalinizin gerçekleşme anıdır...

19 Aralık 2010 Pazar

Bir pazar sabahı



Nasılda nazlı nazlı geziyor tilkicik
 Saat sabahın 5'i telefonumun alarmı acı acı çalıyor uyanmam için, uykumunda en güzel yerindeyim erteliyorum hemen kalkışı. Bir 10 dk daha uyusam diyorum ama 2 sn gibi geliyor o 10 dk. Artık çaresiz kalkıyorum, sallana sallana yüzümü yıkayıp açılmaya çalışıyorum ve sonrada bir çırpıda giyinip atıyorum kendimi dışarı. Daha güneş bile doğmamış. Sert bir kasım sabahı, hava soğumaya çalışmış ama becerememiş nedense hafif bir ılmanlık var..Arabayı çalıştırırken bir yandanda gülümsüyorum kendi kendime ''pazar sabahı beni bu saatte uyandıran güç neydi?'' diye iç geçiriyorum. Yaklaşık 15 dk sonra buluşuyorum fanatik yabani hayat fotoğrafçısı arkadaşımla, beraber 45 dakikalık bir yolculuktan sonra araçtan iniyoruz, 15 dakika yürüyoruz ve sonra yatıyoruz pusuya. Tilki fotoğrafı çekmeye niyetlenmişiz çekmeden dönemeyiz.. 2 saat bekliyoruz bu arada hava aydınlanıyor kuşlar ötüşüyor ve benimde çenem düşmüş durmuyor anlıyacağınız vazgeçmişiz artık tilkiden tutturmuşuz bir geyik takılıyoruz ve birden!! Arkadaşımın çığlığı ile kendime geliyorum Geldiii! diye öyle bi bağırıyorki fotoğraf makinemi elime alana kadar heycandan titrediğimi hissettim veee evet hayatımın ilk yabani hayvan fotoğrafını çektim hemde 10 sn içinde çünkü görüntü verdiği süre sadece bu kadardı yani o sırada başka bir işle uğraşsak hayvan gelip geçecek biz hala bekliyor olacağız anlamsızca. Ama yettimi tabii ki hayır. Elimizde makinelerimiz başladık dolaşmaya ve ne kadar kuş gördüysek bastık deklanşöre..Küçük bir bölümünü gururla sunuyorum Bu arada söylemeden geçemiyeceğim gittiğimiz gün hava çok güzeldi ama asıl güzel olan muhteşem doğal güzellikler ve arsız meyve bahçeleri idi..

Küçük orman kartalı
kırlangıç kanat kelebek


Kızıl gerdan
örümcek kuşu


yılan kartalı

Ala karga

Bir gün bir çalı arkasında görebileceğiniz en güzel kuşu görmeniz dileği ile...( Bu laf profesyonel kuş fotoğrafçılarının birbirlerine sıklıkla söylediği en iyi dilek lafı)

''Gelmedi''

Bekliyorum günlerdir kapı ağzında.
Bakıyorum her gelenin ardından belki çıkıverir diye.
Her duran araba heyecanlandırıyor beni.
Ama gelmiyor bir türlü göremiyorum onu, hissedemiyorum sıcaklığını.
Saatler geçti ama gelmedi..
Beklemekten vazgeçemedim ama o gelmedi
Hava kararmaya başladı içim ürperdi
Korkar oldum başına geleceklerden
Sanki güçsüz kalacakmış gibi irkildim
Artık gelmez biliyorum ama beklemek güçlendiriyor beni
Son kez baktım derinlere belki gelir diye
ama gelmedi, gelmeyecekte
Beklediğim aslında gelmesi gereken değildi,
gelmesini hayal ettiğimdi
Oda bir hayaldi ve gelmedi, gelemedi...

18 Aralık 2010 Cumartesi

Ah bu kadın milleti...

Siz hiç başlamanın da bitirmeninde zor olduğu bir yazı okudunuzmu? Yada şöyle sorayım şimdiye kadar bildik tüm felsefecilerin, bilim adamlarının anlatamadığı tanımlayamadığı yegane varlık nedir??
Çok düşünmeyin kaldırın kafanızı etrafınıza bakın göreceksiniz çünkü her yerde vardırlar mutlaka:))..Kadınlar..
Nereden başlanırki??
Bir kadının sabah kalktığı zamanki çekilmezliğindenmi, trafikteki umarsızlığındanmı, göz yaşını kullanarak erkekleri maymuna çevirme kudretindenmi, yoksa eksikliğini hissettirip intikam alma arzusundanmı..
Aslında zor olan onları anlatmak değil onlarla yaşayıp onlar gibi hissedememek. Kadınlar bana çok kızacaklar ama evet her kadın etrafındaki herkesin hissettiklerini hissetmesini ister, hemde öylesine acımasızca isterki çaresizce teslim olasınız gelir. Seversiniz neden daha çok sevmediğinizi sorgular, ilgilenip üstüne düşersiniz ''neden bu kadar ilgileniyorsun başkasımı var?'' der, ilgisiz kalmayı düşündüğünüz anda, zaten ilgisiz kalmışsınızdır ve gene suçlanırsınız. Sizin hep kendine güvenen yüksek karizmalı biri olmanızı ister başkaları tarafından beğenilme kıvılcımlarına bile tahammül edemez. Kendileri saatlerce giyinip süslenir, siz hafifçe aynaya baktığınızda ''hayrola kime gidiyorsun?'' der. Ondan ayrı kaldığınız her dakika mutlaka bir kadınla birlikte olduğunuzu düşünür, hele ki aradığında telefona cevap vermezseniz kesin aldatıyorsunuzdur. Bir kere çocuk doğurur ama bunun acısını yıllarca sizden çıkartır, devamlı hatırlatır doğum sancısını. Yaşlanmayı hiç istemez siz yaşlanmaya başlayınca için için mutlu olur. Hep bir beğenilmeme sıkıntısı vardır, aldığı her şeyin çok yakıştığını duymak ister, yakışmasa da olmadı bu diyemezsiniz ama sizin aldığınız çoğu şeyide kolay kolay yakıştıramaz. Sadece kendi zevkinin güzel olduğuna inanır. Hele ki bir kadına kilo almışsın biraz deyin hayatınızın en büyük hatasını yapmışcasına saldırıya uğrarsınız..
Bu yazıyı okuyan her kadın aynı yorumu yapar ''saçmalamışsın, ne alakası var'' der.
Tüm erkeklerde bilir ki onlarsız olmaz...
Katlanırız böylece yüzyıllardır birbirimize ve mecburuz, vazgeçemeyiz asla..
Kazananı da yoktur kaybedeni de. Çünkü biz onları böyle seviyoruz onlarda bizim onları sevme mecburiyetimizi severler. Sevilmektir her kadının en büyük arzusu sevmese de olur. Bazen sadece sevilmek bile ona dünyaları verebilir..Ama bazen tabii..
Sonuç olarak; maalesef bende bir sonuca bağlanamadım, gelin hep beraber bulalım..
Evet ben bir erkeğim, beni de bir kadın yetiştirdi...ve ben onu çok seviyorum...
Anlayışlı, huzurlu, eğlenceli günler dileği ile....

17 Aralık 2010 Cuma

Vatan uğruna

Hep bir çığlıktı vatan aşkı hep bir yakarma. Vatan sevgisi muhabbetlerini 'Vatan-Millet-Sakarya' üçlemesi ile geçiştirdik. Kim vatanımı seviyorum, vatan uğruna birşeyler yapmak istiyorum dediyse susturduk. Sanki suçmuş gibi korktuk korkuttuk.

Sadece şehit cenazelerinde bağırabildik 'Vatan sana canım feda' diye yada şehit analarının 'Vatan sağ olsun' demelerini bekledik. Atatürk' e sığındık vatan kurtarma muhabbetlerinde. Hep bir şeyler olsun da bakarız diye bekledik, vatan denen kutsal toprağın parçalanmasını. Düşman tarlamıza girmeden ilgilenmedik hiç birşeyle. Vatan sevgisini dağda çatışmadan ibaret  yada 'Ne Mutlu Türküm Diyene' diye bağıran herkesi vatanını çok seviyor sandık. Şimdilerde Türk olduğumuzu söylemekten kaçar olmaya başladık. Alt kimlik bunalımı ile yada özümüzü bilelim saplantısı ile kimlik aramaya başladık kendimize. Ne acı ama...Dünya üzerinde bu kadar çabuk milliyetinden vazgeçme heveslisi başka bir toplum yoktur herhalde.

Bilemedik yaşadığımız topraklarda özgürce yaşamanın ne demek olduğunu, bilemedik sömürülmeden, kıçımızdan bağlanmadan yaşamanın aslında çok da zor olmadığını. Kendi kendimize yetecekken özendirildik, kandırıldık, kurulan tuzaklara balıklama atladık. Birileri geldi içimize attı, fesat düşünceleri, bilinçsizce düştük birbirimize.

Binlerce yıldır varoluş maksadımız olan vatan toprağının anlamını kavrayamadık bir türlü, sadece toprak sandık. Millet olmak için vatanımız olması gerektiğini anlamamak için direndik ve hatta millet olmak da önemini yitirmeye başladı. Vatanla ilgili herşeyi önce Allah'a sonra Türk Silahlı Kuvvetlerine havale ettik. Sonra vatan sevgisini dini anlayışla karıştırdık, laiklik kavramını algılayamadan ümmetçi oluverdik. Silahlı kuvvetlerimizi de öyle bir silkeledik ki vatan bekçiliğinden vazgeçip herkes kendini düşünür oldu. Bir millet ordusundan nasıl vazgeçebilir ki?? bunu anlamak ne kadar zorsa vatan sevgisinin kurumsallaşmasını beklemek de bu kadar saçma. Vatanını sevmek için devlet kurumları içinde yer almaya gerek yok. Bu ülke sınırları içinde yaşayan herkes vatanının bekçisidir. Hiçbir parti ve hiçbir kurum vatan sevgisini tekeline alamaz.

Biz 70 milyon ne olursak olalım vatanımızı sevmek ve sonuna kadar mücadele etmek zorundayız bu bizim birinci sıradaki vatandaşlık görevimizdir. Ancak bu mücadelenin anlamı birlik beraberlik olduktan sonra netleşir. Hiç düşünmüyoruz aslında boğuştuğumuz değerlerin hep bizimle yaşadığını ve hep bir takım değerler uğruna parçalanıp tekrar ülke olmak zorunda olduğumuzu. Sürekli övünürüz 16 defa devletleşmişiz diye. Aslında övünmek mi yoksa düşünmek mi lazım neden acaba tek bir devlet olup bu güne kadar gelememişiz. Evet ben vatanımı seviyorum ve bu uğurda gerçek olan tek şeyin bağırıp çağırmak değil, her ne iş yapıyorsak onun en iyi şekli ile yapılması diye düşünüyorum. Yani çalışmak, üretmek, paylaşmak ama dürüstçe. İşte vatan sevgisi denen şey yada vatan uğruna yapılacak olan tek şey budur. Her şeye rağmen söylemeden de edemiyorum
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE...

Sokaklar anlatır aslında gerçeği...

Dolaşıyordum İstanbul caddelerinde vitrinlere bakarak, daha doğrusu vitrin camlarını kaplayan uçuk indirim rakamlarına. Sonra geçirdim içimden; İnanmalımı bunlara, doğrumu bütün bu yazılan indirim oranları, çokmu önemli sanki ihtiyacımız olmayan bir şeylerin indirilmiş olması, neden herkes herşeyi gözümüze sokarki, neden illaki dikkatimizi çeker bizi ilgilendirmeyen her şey..Sonra girdim küçük bir dükkana, ayakkabı almaktı niyetim ama alamadan çıktım, kendimi kandırılıyormuş hissettim. Çünkü satıcı gözümün içine bakarak yalan söylüyormuş gibi geldi..Onca ilanı vardı oysa, indirdik indirdik diye bağırıyorlardı her yerde, ama ben tam tersi sanki her şey yalanmış gibi alacaksam da vazgeçiyordum almaktan, yani tersine bir şeyler işliyordu beynimde. Olması gereken almayacaksam da almaktı ama hayır ben almak istediğim halde alamıyordum.
O kadar yılmışım ki gülen gözlerle bize bir şeyleri anlatmak yada ikna etmek isteyenlerin aslında bizi hep kandırdıkları gerçeğini görmekten.70 li yıllarda karaborsa vardı para vardı mal yoktu, aslında malda vardı ama satmazlardı, zam gelir öyle satarız diye saklardı mallarını küçük beyinli esnaflar. 80' li yıllar kıpırdandık biraz biranda her şey oluverdi dünyanın her yerinde olan her şey bizde de olmaya başladı. 90' lı yıllar tüketim toplumu olmaya doğru koşarcasına gitmeye başladık ve 2000' li yıllar artık sadece tüketiyorduk hemde çok hızlı, hatta üretmek isteyenleri neredeyse çok büyük suç işliyormuş gibi vazgeçirmeye çalışarak tüketiyorduk. Aslında kendimizi tükettiğimizin farkına varamadık bir türlü.Kapitalizmin kölesi olmuş sadece kazanmayı ve anlamsızca harcamayı sever olduk.İş bulduk ve kazancımızın çok büyük bir kısmını belkide ihtiyacımız olmayan ama birilerinin bize dayattığı mallara harcadık. Hep eğitime kızdık her şeyin başı eğitim dedik ama eğitilmeye de inanılmaz direnç gösterdik. Gözümüzün içine sokulan ilanlar gibi yaşadık her şeyi. Gün oldu 1 çuval kömüre oyumuzu sattık, gün oldu küçücük vaatlere geleceğimizi teslim ettik. Suçluyla suçsuzu ayırt edemez olduk. Birileri nasıl dayatırsa onun peşinden gittik. Kendi kendimize yorum yapamadık, sadece ilanlardaki yazılanlardan ibaret sandık hayatı.
Hala geçerim o caddelerden ve her vitrine yapışmış ''indirdik'' yazılarını gördükçe yüzümdeki beliren tebessümü durduramam..
Size dayatılanlara değil kendi tercihlerinize yönelmeniz ve hayatı doğru yorumlamanız dileği ile...

15 Aralık 2010 Çarşamba

Hayata dair

Bazen gölge oluruz bazende siluet ve hiç bilmeyiz neyin arkasından nereye kadar gideceğimizi. Aslında hayatın da iki yansıması vardır; Önde görülenler ve arkadakiler, hangisi daha güzeldir kestiremeyiz. Bakmak isteriz anlama gereği duymadan, yakalamak isteriz bizi içine çeken heyecanını. Doğanın kucağına atlarız huzuru yakalayalım niyeti ile ama almaz bazen  kucağına, hissettirmez içindeki huzuru. İşin aslı dostlar neyi görmek istiyorsak öyle bakmalıyız hayata yada neyi tatmak istiyorsak öyle yaşamalıyız dünyayı..
Bu sabah böylesi bir karmaşıklıkla kalktım yatağımdan belkide gördüğüm karmaşık rüyaların etkisindeydim hala, ama nedense pek bir karmaşıktım. Sonra oturdum ve içimden gelenleri sıralamaya başladım baktım ki çok duygusallaşmışım ve o zaman dedim kendime evet hayat yaşanması gerektiği gibi yaşanmalı, yaşanılanlardan etkilenilmemeli, onları serbest bırakmalı ve her uyanış yeni pencere açmalı.
Sonra bir melodi mırıldandım ama olmadı sesim tırmaladı kulağımı ve radyoyu açtım oda olmadı sonra kendi sevdiğim müziklerden açtım, hah evet şimdi oldu istediğim herhangi müzik dinlemek değildi ki, benim havamı yansıtacak müziği dinlemekti..Müziksiz yaşanılanları hissetmek nede zormuş meğer.   Sonra bir bardak çay aldım yaslandım pencereye, dışarıyı seyre daldım bir müddet. Ağaçlara, bulutlara, kuşlara kısacası doğadaki her şeye selam verdim nedensizce.. Sonra aldım çantamı sırtıma ve daldım tekrar içinden çıkamadığım kalabalığın ortasına. Sonra ne mi oldu??
Henüz yaşanamadı....
Hayata dair yaşanması gerekenleri hesapsızca yaşamanız dileği ile..

14 Aralık 2010 Salı

Sevmek için var olmak

Sevgi ile başlar hayatın ilk anları. Bir bebek dünyaya gelir ve herkes ona sarılmak, öpmek, koklayıp içine çekmek için sıraya geçer. O ilk anlarında, yoktur minicik bebişi sevmeyen. Artık o vardır ve hep sevilecektir, tam olarak temenni budur. Onun varlığı sevilmek için yeter bir sebeptir. Hayata sevilerek gelmiştir. Onun gelişinden mutsuz olan şikayetçi olan hiç kimse yoktur. Ama bebek bunların farkında değildir zaten umurunda da olmaz.
Ve yıllar yıllar geçer o bebecik büyümeye serpilmeye başlar. Hayatın içinde başka türlü var olma zamanı gelmiştir. Hayata sevilerek başlayan o bebekten şimdi sevmesi beklenir ve en acısı da sevilmek için sadece var olması yetmez mutlaka bir şeyler yapmalı kendini etrafındakilere sevdirecek türlü oyunlar bulmalı yada eğlendirmelidir. Çünkü insanoğlu ona doğduğu gün gösterdiği anlayışın yarısını bile göstermez ve hatta tahammülsüzdür birazda.
Değişen bir şey olmamıştır ki o hala aynı bebektir ama artık karşılıksız sevilmemektedir. Sonra okul yılları gençlik yılları derken evlilik çağına gelmiştir bebecik. Birini sevip hayatının geri kalanını onunla paylaşmak için sevgiyi arar. Emin olamaz bir türlü, kısa süreli ilişkiler sonra diğeri diğeri derken gerçek sevginin ne demek olduğunu da anlayamaz hale gelir. İleri yaşlarda mantık devreye girer sevgide neymiş ki der ve mantığının işaret ettiği hayatı yaşamaya başlar ama içinde bir yerler boş kalmıştır. Nasıl dolduracağını da bilemez eksikliğin ne olduğunu da.
Çocukları olur onlara verir sevgisini ardından torun sevgisi pekiştirir sevgi paylaşma isteğini ama genede o boşluk asılmış duruyordur yüreğinin bir köşesinde. Gün olur elden ayaktan kesilir gücünü kaybeder başkalarına ihtiyaç duyar o zaman ister ki birileri olsun yanında o bir şey vermeden versinler sevgilerini, tıpkı ilk doğduğu gün gibi sevsinler onu hiç bir şey istemeden ama nafile. Aynı heyecanı göremez kimsenin gözlerinde, işte o zaman anlar içindeki boşluğu. Sevmek için var olmak yeterli iken o mantık yolunu seçmiş, hayatını buna göre kurgulamıştır ve şimdi etrafındaki mantıklı insanlarda onun ölmesi gerektiğini düşünüp ölüm anını beklemektedirler. İhtiyacı olan sevgiyi vermek için ne bir sebepleri vardır ne de arzuları çünkü o zaten yoktur artık.

Yazmak lazım

Lise yıllarımda ufaktan meraklanırdım bir şeyler yazmaya, ancak şimdiye kadar hep kağıt parçalarına, defter sonlarına birşeyler yazdım yada yazmaktan çok anlattım aslında. Şimdilerde blog hesaplarını öğrendim ve evet yazmalıyım bende diyerek işte bugün başladım..
Yazmayı düşündüğüm yada kafamda tasarladığım hiçbir şablon yok, olmayacak ta. Ama biliyorum ki herkesin kafasının köşesinde dillendiremediği belkide bilinçsizce kendine sakladığı ne cevherler var. İşte belkide kendi içimdeki beni çıkarmaya çalışıyorum ve herkese de diyorum ki yazın aklınıza geleni sizi nereye götüreceğine bakmadan.
Dilin kemiği yok ama kalemin gücü var. Konuşarak anlattıklarınızdan çok yazarak anlattıklarınızla açıklarsınız belkide hayatın gizemini ya da paylaşırsınız mutluluğunu. Hepimiz köşe başlarında oturur ve değme yazarlardan ve hatta bilim adamlarından beylik laflar ederiz ve vururuz yerden yere hepsini, eleştiririz acımasızca ama nedense hiçbirimiz soyunmayız yada soyunamayız adamların yaptıkları işleri yapmaya. Çünkü hak görürüz eleştirmeyi ve beğenmemeyi. hepimiz birer eleştirmenizdir önce, beğenmez açık ararız sonra yavaştan beğeniriz ama asla en başından beğenemeyiz nedense. Her zaman icra edenden çok biliriz iş yapma tarzını, beğenmeyiz ustanın yada bilirkişinin ustalığını ve bilgeliğini. Hal böyle oluncada konuşuruz belkide saatlerce, hiçbir fikrimiz olmasa da konu ile ilgili. Herkes; ''Yok böyle toplum arkadaş biz öyle bir milletiz ki'' diye söze başlamaktan haz duyar. Çünkü kendisi toplumun en önemli gözlemcisidir ve aslında kendini anlattığının farkına varamaz bir türlü. 
Evet dostlar işte bu yüzden yazmak lazım bir şeyler, bir yerlerden başlayarak yazmak. Sadece konuşmak değildir bir toplumu götüren bir yerlere...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...